Önce Vatan

Kurd24

“Umudumuz Ecevit” sloganlarıyla büyük bir kitlesel heyecanın yaratıldığı ve bazı arkadaşlarımın Ecevit’le beraber partide bir dönüşüm yaşanacağını sandığı 1972 sonrasındaki yükseliş süreci de dâhil, hayatımın hiçbir döneminde CHP’ye içerisinde olabileceğim gibi yakınlık duymadım. Orada ciddi bir değişim-dönüşüm olacağına inanmadım.

Ne var ki, oturduğu veya işgal ettiği politik alan bakımından daima kendi dışında kalan insanların da yakından ilgi duyup takip ettikleri bir özelliğe de sahip olmuştur. Politik olarak bir yakınlık duymasak veya oyumuzu vermesek de, CHP’ye ilgisiz kalmamışızdır. Çoğu zaman eleştirip tepki de göstersek, daima bazı dost ve arkadaşlarımız bu partide yer almışlardır.

Benden önceki kuşaklardan bazı ahbap, arkadaş, dost, tanıdık dışında, gerek kendi kuşağımdan arkadaşlarım, gerekse benden sonraki kuşaklara mensup pek çok arkadaşım da yine CHP ve SHP’de değişik kademelerde görevler aldılar, aralarında milletvekili seçilenler de oldu, bakanlık falan gibi görevlerde bulunanlar da oldu.

Tabii bir türlü de kendime yakın bir parti olarak görmesem de, orada olan bitenleri, politik davranış ve kararlarını, birçok arkadaşım gibi, benim de ilgiyle izlediğimi itiraf etmeliyim.

Her ne kadar o zaman Türkiye İşçi Partisi (TİP) taraftarı olsak da, 1965 yılı Temmuz ayı sonlarında İsmet İnönü’nün Abdi İpekçi ile yaptığı röportajında kullandığı “Ortanın Solundayız” açıklamasını ilgi ile karşıladık, hatta TİP’in önünü kesmeye yönelik olarak değerlendirdik.

Artık fazla önemi kalmamış olsa da, eskiden CHP’de de Genel Sekreterlik, tıpkı komünist partilerdeki gibi çok önemliydi. 1966 yılında Kemal Satır’ın yerine Bülent Ecevit’in CHP Genel Sekreterliğine seçilmesi, 12 Mart döneminde İnönü’ye rağmen rejime muhalif kalarak görevinden istifa ederek, 1972 kurultayında İnönü’ye karşı önce Genel Sekreter, ardından da Genel Başkanlığa seçilmesi görmezden gelinecek, ilgi duyulmayacak gelişmeler değildi.

Gerek İsmet İnönü’ye karşı, gerekse de parti içerisindeki Nihat Erim, Turhan Feyzioğlu, Kemal Satır gibi eski yöneticilere karşı yürüttüğü mücadelesinden başarıyla çıkan Ecevit, 1973 ve 1977 seçim kampanyalarında da geniş halk yığınları nezdinde ilgi görmüştü. Ancak kendi liderliğinde başlattığı bu dönüşüm hareketinden bir sonuç çıkmayacağını da, yine kendisi anlamış olmalıydı ki, 1983 yılında eski arkadaşlarıyla yeni bir parti kurmaya girişmedi. CHP mirasından uzak durarak farklı bir parti kurmak üzere hareket etmesi üzerine, kendisine neden yeniden CHP’nin yerine kurulacak bir partinin başına geçmek istemediği sorulduğunda, artık eski arkadaşları ve CHP ile yapacağı veya yapabileceği bir şey olmadığını, yollarının ayrıldığını söylemişti. 

CHP’de yıllar boyunca sayılmakla bitmeyecek kadar ilgimizi çeken gelişmelere rağmen, genel çizgi daima korundu. Ecevit örneğinde de yaşandığı gibi, birçok arkadaşımız açısından bazı umut verici gelişmeler yaşanır gibi olduysa da, bunlar hep geçici dönemler olarak kaldı. Takriri Sükûn Kanunu, Şark Islahat Planı kararnamesi, Asimilasyon politikaları, İstiklal Mahkemeleri, İskân Kanunu, Tarih Tezi-Güneş Dil Teorisi, Şeyh Sait, Ağrı ve Zilan Deresi İsyanları, Dersim Tedip ve Tenkil Harekâtı vb pek çok hukuk dışı ve vahim politik hataların yapıldığı geçmişiyle hiçbir şekilde yüzleşme ve öz-eleştiriye giremedi. Üstelik rakiplerinin tek parti dönemine dair eleştirilerde bulunarak halkın desteğini almalarına rağmen, inatla ve ısrarla geçmişindeki hatalarını kabul etmedi ve iktidardaki dönemiyle övünerek, bunu bir avantaja dönüştürmeye çalıştı.  

7 Ocak 1946 kurulan Demokrat Parti (DP), 1946 seçimleri açık oy ve gizli sayımla yapıldığı için pek varlık gösteremese de,“yeter söz milletindir!” sloganıyla 14 Mayıs 1950’deki ilk serbest genel seçimlerde iktidara geldi. O tarihten bu yana CHP hiçbir seçimde tek başına seçmen çoğunluğunun desteğine ulaşamadı.

13 Kasım 2009 Kasım’da sözcüleri Onur Öymen, TBMM’de yaptığı ünlü konuşmada, “… Analar ağlamasın’ diyorlar. Kurtuluş Savaşı’nda analar ağlamadı mı? Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı? Bir tek kişi Türkiye’de çıkıp da ‘Analar ağlamasın diye, bu mücadeleyi durduralım’ dedi mi?” diyerek şecaat arz etmeye çalışırken, hem kendisinin, hem de lideri Baykal’ın da bir bakıma sonunu hazırladı.

Birkaç ay sonra Genel Başkanlıktan istifa eden Deniz Baykal’ın yerine, geçen Kemal Kılıçdaroğlu, bazı Kürt ve Alevi çevrelerde bir değişim umudu yarattıysa da, kendi Genel Başkanlık pozisyonunu tahkim etmek dışında hiçbir değişime girişmedi. Aslında devletin atadığı bir kayyum gibi davrandı; partiyi en kritik dönemlerde bile devletin bekası gerekçesiyle değişimlerden uzak tutmayı başardı.

Demokratikleşmeye dönük konularda daima müesses nizamdan yana olurken, hukuk dışı olduğunu ilan ettiği halde dokunulmazlıkların kaldırılması, Yenikapı Ruhu, sınır ötesi operasyonlar ve savaşlar gibi konularda Hükümetin/Devletin yanında durdu.

Dokunulmazlıkların kaldırılmasının ucu, CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına kadar varınca, yeni yargı düzenini protesto etmek için Adalet Yürüyüşü düzenledi. Bu yürüyüşten hiçbir sonuç alamadı.

Bir süredir ABD ile Türk Hükümeti arasında yargı üzerinden çıkan bir rehine krizinde de, kendi adalet yürüyüşünü unutup, ABD’li rahibin tutukluluğuna itiraz etmedi. “Kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla, temsil ettiği geleneğe tamamen bağlı kalarak Hükümetin yanında olmayı tercih etti. 2 Ağustos günü ABD yaptırımları nedeniyle yaptığı açıklamada ise şöyle dedi:

"… Burada yanlışlık, ‘ver papazı, al papazı’ söyleminden kaynaklanıyor.

Biz, Türkiye'de yargının bağımsız olduğunu ifade ediyoruz, Bağımsız olması gerektiğini ifade ediyoruz, ama en önemli koltukta oturan kişi, yargının bağımsız olmadığını, ‘sen onu verirsen, ben de bunu sana veririm algısını karşı tarafa yerleştirdi. Son derece tehlikeliydi ve doğru olmayan bir cümleydi. O cümlenin maliyetini yaşıyoruz.”

Peki, Sayın Kılıçdaroğlu’na şimdi sormazlar mı, çok değil, sadece 1 sene önce, 1 ay boyunca kâh cehennem sıcağında, kâh sağanak yağmur altında yürüdüğü 430 km’lik yol boyunca ‘Adalet istiyoruz!’ pankartlarını taşırken, gerçekte bir rol mü yapıyordu? Hani Türkiye’de adalet tükenmişti, hani bağımsız yargı falan yoktu? Aynı tükenmiş yargı sadece Amerikalı bir papazı yargılarken mi bağımsız yargı oluyor?

İnsanın aklına başka şeyler de geliyor tabii. Acaba son günlerde parti içerisindeki rakibinin bayrak açması ve liderlik koltuğunun elden gitme riski ile kendisini tehdit altında mı hissediyor? Olur ya, bakarsınız olağanüstü kurultay için imza sayısı yeterlidir, değildir hay huyu içerisinde belki bir Gemerek Mahkemesi’ne ihtiyaç da duyulabilir.

Kılıçdaroğlu’nun son açıklaması, rahmetli Çetin Altan’ın, 20-25 yıl kadar önce “Şeytanın Gör Dediği” köşesinde aktardığı bir Rus fıkrasını hatırlattı. Genel tavrı ve açıklamalarıyla inanılmaz derecede uyumlu bulduğum ve fazla söze gerek bırakmayan o fıkrayı aynen paylaşmak istedim.

“Ormanda şöyle kallavi bir inek tersi... İnek tersinin içinde ana-oğul iki bok böceği..

Ana böcek küçük oğluna ormanı göstermek istemiş. İkisi de elele tutuşarak inek tersinin içinden dışarı çıkmışlar.

Yavru böcek kamaşan gözleriyle güneşi göstermiş:

- Bu ne anne?

Anne böcek:

- O güneştir evladım, demiş, her şeye can veren...

- Ya şu masmavi genişlik?

- O da gökyüzü, dünyamızı çepçevre kaplayan...

- Ya şu uçsuz bucaksız yeşillikler?

- Ağaçlar, taze otlar, çimenler; dünyamızın güzellikleri...

- Ya şu mis kokular?

- Çiçeklerin kokusu...

- Peki, ama anne dışarısı bu kadar harikayken, biz neden hep inek bokunun içinde oturuyoruz?

Anne böcek hafifçe göğsünü şişirmiş:

- Önce vatan, demiş, orası bizim vatanımız.”

 

İyi haftalar dilerim.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.