“Baraj” Kalksa Bile Gerçek Temsil ve Kürtlerin Temsili Gerçekleşemez

Kurd24

Türkiye ve Kürdistan, bulunduğu Orta Doğu jeopolitiği ve jeostratejisi gereği; bir gelişme bir diğer gelişmeyi; bir gündem, diğer bir gündemi hızla izlemektedir. Bu nedenle, bu gündemleri, hemen zamanında izlemek ve yorumlamak olanaklı olmuyor.

Türkiye’de son günlerde tekrardan siyasi baraj sorunu ve siyasi temsil konusunda da böyle bir yaşamsal pratikle karşı karşıya kalındı. Bu konu, özellikle de genel seçimler yaklaştığı, ya da erken seçimlerden bahsedildiği zaman; bazen de bazı partilerin barajın altında kalması tehlikesi baş gösterdiğinde gündeme oturur.  Seçimler geçtikten sonra da, ya da başka temel sorunlar ve gelişmeler gündeme oturduğu zaman da, konu soğumaya bırakılır.

Son günlerde, MHP Lideri Bahçeli’nin yüzde onluk baraj hakkındaki görüşleri gündeme oturdu. Sıcak tartışmalara kaynaklık etti. Bulunduğumuz noktada da, bu konu gündemde düşmüş ve soğumuş olmasına rağmen; siyasi/toplumsal temsilin genel anlamda doğru tanımlanması, “siyasi/toplumsal temsilin” Türkiye gerçeğinde doğru tanımlanması hayati bir sorun olma özelliğini taşıyor.

Bu sorun, Kürtler için, Kürtlerin temsili anlamından daha yakıcı bir sorun.

Bu konunun sadece teknik boyutlarıyla tartışılmış olmasının eksikliği ortadadır. Türkiye’de yüzde on barışının kaldırılması halinde gerçek anlamda bir siyasi/toplumsal temsilin oluşacağı ve ortaya çıkacağı gibi bir görüş yanlıştır. Siyaset bilimi açısından ve temsilin doğası gereği toplumsal çoğulculuğun ulusal, etnik, dinsel, mezhepsel, fikirsel boyutlarda tanınmaması/kabul görmemesi koşullarında, siyasi temsilin gerçekleşeceğini düşünmenin anlamlı olduğunun düşünmüyorum

Ben, Türkiye’de siyasi/toplumsal temsilin olmamasının asıl nedeninin, yüzde onluk barış olmadığını düşünenlerdenim. Siyasi temsilin daha köklü ve hayati nedenleri var. Onlara bakmak lazımdır.

Türkiye’de “baraj” yeni bir sorun, ama siyasal temsil sorunu tarihsel, devlet ve bir rejim sorunu…

Türkiye’de siyasal temsil sorunu, eski bir tartışma konusudur. Türk Devleti’nin kuruluşu ve yapısal özellikleriyle doğrudan ilintili bir sorundur. Buna rağmen, siyasal temsil konusunda oldukça sığ tartışmalar yapılmıştır ve bu tartışmalar yapılmaya devam ediliyor. Böyle olduğu zaman da, gerçeklerin üstü örtülüyor, “görünür ve teknik siyasal temsille”, “gerçek temsil” konusunun açığa çıkması, engelleniyor.

Türkiye’de gerçek, sosyolojik, ulusal, etnik, dinsel mezhepsel, fikirsel temsil sorununun üstünün örtülmesi için, yüzde onluk baraj çok iyi bir perde, gerçeği gizleme enstrümanı olarak kullanılıyor. Sanki yüzde onluk baraj olmadan önce, Türkiye’de gerçek anlamda siyasal bir temsil, Kürtlerin ve diğer etnik gruplarlın siyasal temsili varmış gibi sorun ortaya konulmaya çalışılıyor.  

Oysa Türkiye’de baraj “yeni” bir sorundur. Ama siyasal temsil sorunu tarihsel, devlet ve rejim sorunudur.

Başka bir ifade ile Türkiye’de gerçek anlamda sosyolojik çoğulculuğa göre temsilin olmaması, Kürtlerin, diğer etnik toplulukların temsil edilmemesi; devlet ve rejim sorunudur. Bilinçli ve planlı bir mühendislik anlayışına; inkâr ve ret politikası etrafından gelişen ve örülen bir vakıadır.

Türk Devletinde siyasal temsil, Osmanlı İmparatorluğundan daha geri, daha adaletsiz bir düzeydedir.

Osmanlı İmparatorluğunda çifte temsil; Padişahın temsili ve meclisle temsil, söz konusuydu.

Osmanlı İmparatorluğunda Batılılaşma Hareketi ile birlikte, Sened-i İttifak, İslahat Fermanı ve Tanzimat’la birlikte temsil sorunu gündeme girmeye başlamıştır.

23 Aralık 1876'da I. Meşrutiyet'in ilan edilmesiyle birlikte, Osmanlı Devleti'nde ilk seçim 1876 Anayasası ile mümkün hale gelmiştir. Anayasanın ilanından sonra sıra meclisin oluşması için seçimlerin yapılmasına gelmişti. 80'i Müslüman, 50'si Gayr-ı Müslim olmak üzere 130 mebusun seçilmesine karar verilmişti.

Görüldüğü gibi Osmanlı İmparatorluğundan temsil, dini ve ulusal kimliklere göre gerçekleşiyor. O dini kimlikler içinde de, farklı milletler kendi kimlikleriyle mecliste temsilci bulunduruyorlar.

Osmanlı İmparatorluğunda Kürdistan da otonom bir bölge olduğundan; yerel anlamda kendi kendisini temsil eden Kürtler, genel temsil içinde de kendi ulusal kimlikleriyle yer alıyorlar. Kürt milletvekilleri (mebusları) Osmanlı Meclisi’nin önemli aktörleri konumundaydılar.

 

Türkiye’de “baraj” tümden kalksa bile Kürtlerin temsili gerçekleşemez…

Kemalistler, kendi devlet ve iktidarlarını kurarken, her millete ve her toplumsal güce “mavi boncuk” dağıttılar. Kürtlere de bu “mavi boncuktan” düşen oldu. Kürdistan’a, Osmanlı İmparatorluğu döneminden daha geniş özerklik ve otonom yapı tanınacağı vaat edildi.

Ne yazık ki Kemalist Devletin, kendi ulusunu, resmi ideolojisini oluşturmasından sonra; başta Kürtler olmak üzere ve diğer toplumsal güçlere verilen vaatlerin hepsi unutuldu. Otoriter, tekçi, elitist, bütün milletlerin ve etnik toplulukların dışlandığı, inkâr ve ret edildiği sömürgeci ve ırkçı bir devlet yapılandırıldı.

Kürtlerin millet olarak varlığı ret edildi, bütün milli hakları gasp edildi. Kürdistan işgal ve ilhak edildi. Ret ve inkâr edilen bir milletin temsil edilecek bir aktör olarak kabul edilmesi olanaklı değildi. Ayrıca temsil sorunu, şekli ve teknik bir sorun değilse -ki değil-, bir egemenlik ve iktidar paylaşımı ise, Kürtlerin bu temsile sahip olması için; devletin sahibi, devletin ortağı; egemenliği ve iktidarı paylaşan bir aktör olması gerekirdi. Öyle olmadı.

Bundan dolayı, Kürtler kurulan Kemalist Devlet de meşru kabul edilmediklerinden; kendi egemenliklerini ve iktidarlarını oluşturmak; tarihsel bir aktör ve devlet sahibi olmak için harekete geçtiler; milli ayaklanmalar yaptılar.

Ama ne yazık ki, Kürdistan’ın Kuzeyinde, 1919 yılında başlayan ve 1938’e kadar devam eden mücadeleler, milli ayaklanmalar başarısızlıkla sonuçlandılar. Bu noktada sonra, Kürtler tümden sistem dışına itildiler. Temsil hakları tümden gasp edildi. Katliama tabi tutuldular.

Kürtler, kendi kendini yöneten değil, yönetilen bir millet ve ulusal topluluk oldular.

Kürtlerin kendi kimlikleriyle siyaset yapmaları yasaklandı. Siyaset siyasi partilerle yapılacağına göre, Kürtlerin kendi partilerini kurmaları yasak olduğundan siyaset yapmaları olanaklı değildi. Siyaset yapsalardı bile mevcut üniter ve Kemalist devlet de, siyasi temsilleri ellerinden alınmış durumdaydı.

Kemalist devlet de, Kürtlerin temsil edilme olanakları olmadığı gibi, Türklerin, diğer etnik toplulukların, farklı dini ve mezhebi, fikir gruplarının da temsil hakları yoktu. Bundan dolayı Kürtlerin mevcut olan mecliste yer almış olmaları da şekliydi. Ayrıca da Kürdistan şehirlerinden seçilen milletvekilleri de tayin usulü ile tespit ediliyorlardı. Kürtler adına, Kürdistan’la ve Kürtlerle alakası olmayan kişiler milletvekili oluyorlardı.

Kemalist Türk Devleti kuruluşundan 1946 yılına kadar, tek parti, CHP tarafından yönetiliyordu. Tek parti yönetimini, diktatörlükten başka bir rejim ve sistem olarak tanımlamak olanaklı değildi. Tam anlamıyla bir parti devleti, elitik devlet vardı. CHP her şeydi. CHP’liler devletin askeri ve sivil bürokrasi, siyasi temsilcileri, yerel temsilcileriydi. Belediye Başkanları onlardan, CHP il ve ilçe başkanları valiler, kaymakamlardı.

Tek parti diktatörlüğü ve parti devleti sisteminde, çoğulcu ve demokratik bir sistemin varlığından bahsedilemeyeceğinden; Türklerin çoğunluğunun bile siyaset yapması ve bunun doğal sonucu olarak sistemde siyasi temsili bile olanaklı değildi. Bu tek parti ve şeflik döneminde, CHP dışında kurulan Türk partileri, Kemalist diktatörlüğe karşı tepki olarak halkın desteğini kazandıkları andan itibaren de, kapatıldılar. Parti yöneticileri, Kürt isyanlarına destek gerekçesiyle ve iftirasıyla tutuklandılar, mahkeme olmayan ve sadece ismi mahkeme olan “İstiklal mahkemelerinde” yargılanıp, cezalandırdılar.

Türkiye Komünist Partisi (TKP) yöneticileri, Kemalistlerin iktidar olması için açık destek olmalarına rağmen, yöneticileri katledildiler. Hem de Sovyetler Birliğinin Kemalistlere desteğinin sürdüğü dönemde bu katliam işlendi.

1946 yılında çok partili sisteme geçildikten sonra da, sadece var olan CHP’nin yanında Demokrat Partinin (DP) kuruluşu söz konusu oldu. Bu dönemde de, Kürtlerin kendi kimlikleriyle parti kurmaları, kendi adlarına siyaset yapmaları olanaklı değildi. Kürtlerin parti kurmaları, milli haklarını kazanmak için parti kurma anlamına gelecekti. Mevcut diktatörlük buna izin verecek durumda değildi. Yine bu dönemde de Kürtlerin kendi adlarına siyaset yapmaları yasaktı. Devletin sahibi olmadıkları için, mevcut devlet kurumlarının hiçbir tanesi onlara ait olmadığı için, en önemlisi de Meclis de onlara ait olmadığı için, Kürtlerin siyasi temsilinden, egemenliği ve siyasi iktidarı paylaşması söz konusu olamazdı.

Kürtler, çok partili sistem döneminde de, kendi ulusal kimliklerini tümden bir tarafa bırakarak, kendi ulusal kimliğini ret ederek, resmi ideoloji çerçevesinde mutlak anlamda hareket etmeyi benimseyerek, CHP’de siyaset yaptılar. Fiziki Kürtlüklerini koruyarak, ulusal kimlikleri resmi olarak ifade etmeyerek de, DP’de siyaset yaptılar. 

1960 yılından sonra da siyasi partiler, Türk Devleti bünyesinde Kemalistlik sınırlarını aşmayarak Türklük sınırları kapsamında daha çokluklaştı. İki parti dışında partiler, özellikle de sosyalizmi savunan bir parti, Türkiye İşçi Partisi (TİP) de kuruldu. Kürtlerin sol ve yurtsever kesimi TİP’de kendi ulusal kimliğini özgürce ifade etme olanağı bulmalarına rağmen, yine de Kürt kimlikli siyaset yapamadılar.

Bu dönemde de Kürtlerin kendi partilerini yasal olarak kurmaları yine olanaklı olmadı. Bundan dolayı da Kürtler kendi ulusal kimlikleriyle yine siyaset yapma olanağına sahip olmadı ve olamadı. Kürdistan’da sadece 1965 yılında yasal olmayan bir düzlemde, Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) kuruldu. Bu durum da Kürtlerin mevcut devlet kapsamı ve niteliği içinde temsil edilmeleri olanaklı olamayacaktı.

1990’lardan sonra Kürtler kendi ulusal kimlikleriyle parti kuramamalarına rağmen, Kürtlerin milli demokratik haklarını sınırlı da olsa savunan partilere bile yaşam hakkı tanınmadı, bu partiler Kemalist Anayasa Mahkemesi tarafından hızla kapatıldılar. İslamcı partiler de aynı kaderi paylaştılar. Bu da bir kez daha sadece Kürtlerin siyaset yapmasının yasak olmadığını, Türklerin Kemalist olmayanlarının da siyaset yapmalarının yasak olduğunu ortaya koydu.

Ayrıca her on yılda bir yapılan askeri darbeler döneminde, Türklerin partilerinin feshedilmesi ve yöneticilerinin yargılanmaları, siyaset yapmanın belli bir elit ve kesim için olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.

Bundan dolayı da, Kürtlerin siyasi temsil sahibi olamaması açık olan bir şeyken, Türkler için de üstü kapalı da aynı durum söz konusu idi.

Son yıllarda, HDP ve mirasçısı olduğu partilerin (bu partiler kendilerine Kürt partileri de demiyorlar) meclise milletvekili göndermeleri, günümüzde “Kürdistan” kimliğiyle kurulmuş partiler söz konusu olmasına rağmen, bu durumun, Kürtlerin Türkiye’de siyasi temsil sahibi oldukları ve olacakları gibi bir yoruma ve görüşe yol açması kesinlikle yanlıştır. Hiçbir şekilde bu anlama da gelmemelidir. “Kürdistan” ismiyle kurulan partilerden birisi için (TKDP) kapatılma davaları açılmış, ikisi için de (PAK, PSK) kapatılma davaları kapıda.

 

Sonuç olarak kesin olarak diyebilirim ki, Türkiye’de “yüzde onluk baraj” tümden ortadan kalksa bile Kürtlerin siyasi temsili gerçekleşemez.

 

Kürtlerin siyasi temsilinin gerçekleşmesi için devletin radikal bir şekilde değişmesi ve devletin federal devlet yapısına göre yeniden yapılandırılması gerekir…

Türkiye’de, Türklerin, Kürtlerin, diğer etnik toplulukların gerçek anlamda siyasi temsilinin ortaya çıkması, kurumlaşması, anlam kazanması, Kemalist devletin niteliksel olarak değişmesi ile olanaklıdır.

Devletin değişmesi de, Kürdistan’daki sömürgeci karakterinin son bulması; tekçi ve otoriter devlet ve rejim yerine, modern çoğulcu katılımcı demokratik bir devletin ve rejimin kurulmasıyla olanaklı olabilir.

Devletin, tüm milletlerin (Kürt ve Türk milletinin), etnik ve ulusal toplulukların, dinsel, mezhepsel, fikirsel grupların devletine dönüşmesi gerekir. Yani devletin herkesin devleti, uluslar, ideolojiler, dinler üstü bir devlet haline gelmesi gerekir.

Bu devlet de, tartışmasız bir şekilde ifade edilecekse en azından federal ve ortak bir devlettir.

Bu devlet, farklı federe bölgelerden oluşacak. Bu federe bölgeler arasından siyasi statü, haklar ve yetkiler açısından bir eşitlik olacak.

Bu devlet de, her federe bölge, bir millete ve ulusal topluğa ait olduğu için, o millet ve ulusal topluluğun kendi kendisini yönetmesi; kendi bölgesinde egemen olması gerekir. Bunu kendi seçeceği Başkanı, Meclisi, hükümeti ile yapacaktır.

Bu devlet de, yönetimde iktidar ve egemenlik ortakça paylaşılacak. Çünkü federal devlet, aynı zaman da ortak bir devlettir. Bu da, tüm milletleri temsil eden meclis, hükümet, federal devlet başkanı tarafından gerçekleşecektir.

Kurumlaşma, ordu ve diğer emniyet kuvvetleri, federal devlet normlarına göre yapılandırılacaktır.

Her millet ve ulusal topluluk, özgürce partilerini kurabilecekler, özgürce siyaset yapacaklar, siyasete katılacaklar.

Ancak böyle federal bir devlet de, gerçek anlamda siyasi temsil sağlanabilir.

Sonuç olarak yine belirtirsem, yüzde onluk barışın değişmesi teknik anlamda önemlidir. Ama gerçek siyasi temsilin gerçekleşmesi ve Kürtlerin siyasi temsilinin sağlanması için, olmazsa olmaz bir durum ve şart değildir.

Bundan dolayı, Türkiye’de siyasetçiler “           deve kuşu misali” başlarını kuma sokarak, siyasi temsil konusunda bu soğuk gerçekleri göremezler. Başlarını kumdan çıkarmaları gerekir. Yoksa “havanda su dövmeden” öteye bir şey yapamazlar.

 

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.