Dünya Kupası ve makûs talih!

Kurd24

Rusya’da başlayan dünya futbol şampiyonası, dünyanın gündeminde bir yere oturup, büyük bir heyecana vesilesi olsa da, bizim gündemimiz bu hafta boyunca yine siyasete ve seçimlere kilitlenmiş olacak.

Yıllarca sahneye konulmasında uzmanlık kazanmış bir ülke olarak her an Suruç benzeri yeni tuzak ve provokasyonların yaşanması ihtimalinin yaşandığı ve bazen adeta bir iç savaş manzarası görünümündeki seçim kampanyaları bütün yoğunluğuyla bu hafta da devam edecek.

Her ne kadar bugüne kadar söylenenlerden farklı ve fazla bir şeyler söylenmeyecek olsa da, hemen her seçim döneminde yaşanan aynı heyecan, asla gerçekleşmeyen umutlar ve makûs talihimizi değiştirmeyi bir türlü başaramamak, toplumun ortak kaderi haline gelmiş.

Geçen yazılarımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bu seçimler, sayılmakla bitmeyecek kadar büyük acılar ve sıkıntılar yaşanmış olan müesses nizamın, tek adam rejimine dönüşerek daha da çekilmez bir hale getirilip getirilmemesi anlamına sahip olduğu için bir tür referandum niteliği taşımakta.

50 yılı aşan seçmenlik hayatımda, seçmen sicilimin son derece cimrilikle geçmiş olduğunu ve bu yarım asır buyunca birkaç kez oy kullandığımı itiraf etmeliyim. Üstelik hiç kazanan tarafa oy vermişliğim de olmadı ve daima muhalif bir seçmen oldum.

Geçmişte yaşadığım seçimlerde, mevcut partilerin pek birbirinden farkı olmadıkları için, hangisi kazanırsa kazansın, sonuçta fazla bir değişime yol açılmayacağına inanırdım. Hatta yüzde 10’luk seçim barajının büyük bir hak gaspı olduğuna inanmama rağmen, barajı aşamayan partilerin oylarının başka bir partiye yazılmasının bile rejim açısından bir şey değiştirmeyeceğini düşündüğüm de olmuştur.

Ama bu kez, geçmişte birbirlerinden çok da temel farklılıklar görmediğim partiler arasında da bazı ciddi değişim ve farklılaşmalar olduğunu düşünmekteyim.

2002 Genel Seçimlerinde, seçim sistemindeki yüzde 10 baraj rezaleti nedeniyle, seçmenlerin yüzde 45’inin oyununun baraj altında kalması sonucu, seçmen oylarının ancak yüzde 55’i parlamentoda temsil imkânı bulabilmişti. Böylece ortaya çıkan çarpık tabloda, AK Parti, aldığı yüzde 34,5 oy ile yüzde 65 oranında bir temsil gücü elde ederken, CHP de, aldığı yüze 19,5 oy ile parlamentoda yüzde 35 temsil hakkı elde etmişti.

AK Parti, sistemin yıllarca meşru görmemesine rağmen, siyasi meşruiyetini asla tartışmadığım, Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi gibi Milli Görüş geleneğinden gelmişti. İlk yıllarında hükümeti kurması ve yüksek sayıdaki milletvekili ile parlamento çoğunluğuna sahip olmasına rağmen büyük sıkıntılarla karşılaştı.

Başta dönemin Reisicumhuru Ahmet Necdet Sezer ve CHP lideri Deniz Baykal olmak üzere, MGK, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, HSYK, YÖK ve benzeri pek çok “Cumhuriyet Kurumu”  tarafından kıskaca alındığı gibi, bir mensubunu parlamentoda Reisicumhur bile seçtirememiş, hatta uydurma gerekçelerle Anayasa Mahkemesinde kapatılmaktan kıl payı kurtulabilmişti.

Bütün bunlar, AK Parti’nin adeta hem hükümet partisi, hem de muhalif ve mağdur bir parti konumunda görülmesine neden olmuştu. Reisleri bu dönemini sonraki yıllarda çıraklık dönemi olarak tanımlamıştı. 

Daha sonra kalfalık dönemi olarak adlandırılan ve keşke hep öyle kalsaydı diyebileceğim 2007-2011 döneminde hükümette kısmen inisiyatif sahibi olabilmeyi başardı. Bu dönemde önemli değişim ve reformlar gerçekleştirildi. Adeta cezasızlık kapsamında kalan ve dokunulmazlık kazanmış şahsiyetler hakkında açılan birtakım davalarla, Dersim Katliamı gibi gündeme gelen bazı tartışmalarla tabular yıkılıyordu. Kelepçeli görüntülerle hafızalarımızda yer alan KCK operasyonlarına rağmen, TRT’de Kürtçe kanal, üniversitelerde Kürdoloji bölümleri, Demokratik Açılım gibi gelişmelerin yaşandığı biraz umutlandığımız gelişmelere şahitlik ettik.

Sonra, şimdi artık “Hay geçilmez olaydı!” dediğim, Reis’in ustalık dönemine geçildi. Önceleri iyi gidiyor gibiydi. 2011 seçimlerinden hemen sonraki Silvan hadisesi, birçok tuzak, provokasyon ve Roboski Katliamı’na rağmen benim ısrarla bir normalleşme süreci dediğim, kimilerinin Demokratik Açılım, kimilerinin Milli Birlik ve Kardeşlik, kimilerinin de Barış Süreci dedikleri süreç başlatıldı.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın savcılığa çağrılması, 2013 Gezi Parkı hadiseleri, Mısır’da askeri bir darbe ile Mursi’nin devrilmesi, 17-25 Aralık operasyonları falan derken ortalık allak bullak oldu. Reis’in zihni ve kimyası kendini korumaya yönelik bir tek adamlığa doğru evrilirken, generallerle ittifaklara yönelip, açılan davaların içleri boşaltıldı, hapisteki eli kanlı katiller tahliye edildi. AK Parti’nin kimyası da, bir tür yok oluş sürecine giden bir değişime yöneldi.

15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ise son noktayı koydu. Tayyip Erdoğan, artık AK Parti ile değil de kendini koruyacak ittifaklarla yürümeyi tercih etti. Artık Reis’in güvenliği en önemli devlet meselesi oldu. Ortada AK Parti falan kalmadı. Öte yandan, partisindeki liderliği sona ermekte olan Devlet Bahçeli’ye kol kanat gerip destek olarak, parti başkanlığını sürdürmesine imkân yarattı. Kendisiyle yaptığı işbirliği sonucu, başkanlık sistemi için anayasa değişikliğinin gerçekleşmesi sağlandı.

Yeni bir dönemde AK Parti olarak gördüğümüz tabelaların da, sadece bir şekil şartı gereği orada duvara çakılı olduklarını düşünüyorum. Artık tamamen Tek Adama bağlı yürütmenin kontrolüne girmiş olan yasama ve yargının da kurumsal olarak fazla bir önemi kalmadı. Keza AK Parti’nin de, fiili yapısı itibariyle bir partiden ziyade, Tayyip Erdoğan ve adamları hiyerarşisi içerisindeki bir zincirden öte bir anlamı kalmadı.

Reformist olduğu dönemlerde birçok arkadaşım gibi, icraatlarına destek olmama rağmen, hiçbir seçimde oy vermediğim ve o dönemde görev yapan yönetici ve sorumlularından da pek kimsenin kalmamış olduğuna şahit olduğumuz eski AK Parti’nin yerinde yeller esmekte. Yaptığı hiçbir icraatın, konuştuğu hiçbir sözün denetlenemeyeceği ve hesabının sorulamayacağı bir statü hedefleyen Tayyip Erdoğan ve adamlarının var olduğu bir sistemin yapılanmış olduğu bir döneme geldik.

Diğer tarafta ise Tayyip Erdoğan’ın taleplerine karşı çıkan ve öncülüğünü CHP’nin yaptığı bir blok yer almakta. CHP’de bir kimyasal değişim ve farklılaşma olmasa da, daha önce yazdığım gibi, onlardan aynı ölçüde bir tehlike geleceğini sezmiyorum.

Hemen hemen bütün il, ilçe ve büyük kurultaylarında birbirleriyle kıyasıya kavga edip, kafa-göz yaranların partisinde kolay kolay denetlenemeyen ve tek adam rejimi kuracak birileri çıkacağını sanmıyorum.

CHP’yi pek değişime uğramamış, geçmişi itibariyle fazla hayırla yâd etmeyeceğimiz bir parti olarak görürüm. Kendisinden yeni ve hayırlı bir şey yapmasını beklemezdim. Ancak, birdenbire Muharrem İnce ismi ile öne çıkmayı, hatta yıllardır rakipsiz görünen Tayyip Erdoğan’a rakip bile olmayı başardı. Böylece CHP’de de bir değişim ve farklılaşma yaşanabilir gibi bir canlanma oldu. Görünüşe bakılırsa, Muharrem İnce’nin meydanlara çıkmasıyla beraber, Tayyip Erdoğan’ın 16 yıllık rakipsiz konumu da epey sarsılmışa benziyor.

Seçimlerden önce son söz olarak bu seçimleri bir referandum olarak görüp değerlendirdiğimi tekrar belirtmek istiyorum. Seçimlere giren bir Kürt partisi veya bulunduğum seçim bölgesinde güçlü bir bağımsız Kürt aday olsaydı oyumu verirdim elbette, ama yok. Bu durumda, önceki iki yazımda da açıkça ifade ettiğim gibi, bu seçimde/referandumda oyumu Tayyip Erdoğan blokunun iktidarının sona ermesi yönünde kullanacağım. Başkanlık için Selahattin Demirtaş’a oy vereceğim. Milletvekili Genel Seçimlerinde ise, milyonlarca Kürt seçmenin oylarının baraj altında kalması halinde geçersiz sayılmasına seyirci kalmayıp, bu oyların AK Parti’ye yazılmaması için ve Demirtaş’ın kendi ifadesiyle “Bizden daha Türkiyeli bir parti yoktur.”  dediği HDP’ye oy vereceğim.

İyi haftalar diliyorum.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.