Bu Denklem Çözülür mü?

Kurd24

İç savaş sonrası Irak ve Suriye’de öne çıkan ana siyasi çözüm teması her iki devletin ulusal sınırlarını çizildikleri modern çerçeveye ön koşulsuz riayetle korumak, Kürtler gibi devlet-dışı aktörlerin ise bu çerçeveye orta ya da uzun vadede zarar verecek oluşumlara gitmesini önlemek üzerine kurulu. Bu siyasetin lokomotif gücü Türkiye ve İran gibi görünse de, ABD ve Avrupa ülkelerinin de esasında derin açmazlar yaşadıkları bu iki devletle ortak bir görüşte buluştukları Kerkük ve Afrin trajedileri sonrası daha da ayyuka çıkmış durumda. Özellikle Suriye’de ABD için orta vadede oluşacak ilk ikilemin Sykes-Picot sınırları ve savaş sonrası ittifaklar olacağı ABD’nin yaptığı hamlelerde her iki devletin ulusal sınırlarını uzun vadede korumaya verdiği önemden anlaşılabilir. Fakat Sykes-Picot sınırları sadece bu iki ülkenin -ve çevre ülkelerin- sınırlarını belirlemekle kalmaz, öz üretimi olan demografik yapılarla Irak ve Suriye’nin egemenlik teorilerini tayin ettiği gibi Türkiye ve İran’ın bu iki ülkeyle olan ilişkilerini de ayrıca belirler. Çerçevesi bu denli belirgin bir teorinin yarattığı bir statükoda Kürtler gibi devlet-dışı aktörlerin en kötü olası senaryoların cevaplarını en baştan vererek pazarlıklarda bilgi avantajı sağlamaktan başka çok kartları bulunmaz.

Sykes ve Picot’nun kendileri dahi 1916’da çizdikleri haritanın 102 yıl sonra bu kadar önem kazanacağını düşünmemişlerdir. IŞİD’in Irak’ta ve Suriye’de bir süreliğine yenilmesinin ardından bu haritanın yarattığı ulus devletlerin devlet-dışı aktörlere karşı korunması Sykes-Picot sınırlarıyla bir biçimde ilintili olan herkesin birinci hedefi haline gelmeyi tekrar başardı. Hiç şüphesiz, özel olarak Irak ve Suriye sınırını belirleyen ama genel çerçevede bölgedeki ulus devletlerin egemenlik biçimlerinin içeriğini oluşturan Sykes-Picot anlaşmasının tüm zorluklara rağmen canlı tutulabilmesinin ağır bir bedeli var. Bu bölgenin halihazırda en güçlü devlet-dışı aktörü olan Kürtler ise son bir asırdır bu bedeli gönüllü ya da gönülsüz en çok ödeyen aktör olmaya devam etmekteler.

Başta da değindiğim gibi, Skyes-Picot anlaşmasını salt bir sınır hattı çizmesi üzerinden değerlendirmek hatalı olacaktır. Bu sınırların içerik kazandırdığı Irak ve Suriye ‘teorileri’ kuruldukları günden beri ancak dışarıdan ittirmeyle canlı kalabilmektedirler. Bu durum, anlaşmanın ve anlaşma neticesinde hakimiyet bölgeleri belirlenebilmiş her iki ülkenin esasında ne denli suni temeller üzerine oturtulduklarını anlamak için de yardımcı olabilir. Nitekim, Büyük Britanya’nın 1921’de Irak’a atadığı ve aslen Suudi olan I. Kral Faysal “sanırım bu ülkedeki tek Iraklı benim” diyerek Irak devleti teorisinin zorlama bir fikir olduğunu kendisi dahi bilmeden de olsa itiraf etmiştir. Zira kendini Irak ulusu fikrine bağlı tek birey olarak gören Faysal’ın ne kendisinin ne de dedelerinin ismi Irak olarak belirlenmiş bu yeni ülkeyle uzaktan ya da yakından bağları yoktur.

Açıkçası Sykes-Picot sınırlarının Ortadoğu tarihi açısından ne tür bir hezimet yarattığını tartışmanın pek zaman kaybedilmeye değecek bir konu olduğunu düşünmüyorum. Bu sınırların üzerine inşa edildikleri teori, aralarında 1,5 km mesafe olan, aynı dili konuşan, aynı aşiretlere mensup, aynı mezhepten ve hatta aynı köylerden olan El-Qaim (Irak) ile Elbu Kemal (Suriye) toplumlarının neden iki ayrı Arap devletinin sultası altında olmaları gerektiğini zaten açıklayamamaktadır. Dêrik’teki Kürtler ile Zaxo’daki Kürtlerin neden iki ayrı Arap devleti tarafından yönetilmeleri gerektiğini ise açıklamaya teşebbüs bile etmemiştir. Fakat bu açıklamalar Skyes-Picot’un yarattığı modern statükonun devamı için birer ön koşul da değildir.

Örneğin, modern tarihin en güçlü devlet-dışı aktörü IŞİD ise bizzat bu sınırların bir üretimidir. Kastımın doğru anlaşılması için altını çizmenin yararlı olduğunu düşünüyorum: Küresel-silahlı cihat ideolojisinin var olabilmek için elbette ki Sykes-Picot sınırlarına ihtiyacı olmamıştır lakin IŞİD’in 2014 yılının sonlarında Büyük Britanya’dan daha geniş sınırlara sahip olması, ortalama bir Avrupa devletinin hakim olduğu miktarda doğal kaynaklara erişebilmiş olması, NATO müttefiki olan Ürdün’den daha güçlü bir ordu kurabilmesi bizzat Sykes-Picot sınırlarının dış destek olmadığı durumlarda işlevsizliğinin bir sonucudur. Bu sınırlar, birbirlerine galip gelmeleri mümkün olmayan etnik ve mezhep topluluklarını aynı ülkelere doldurmuş ve sonu gelmeyen siyasi krizlerin başat sebeplerinden biri olmuşlardır. Nitekim, IŞİD’in 2014 yılında Musul’u sadece 800 militan ile işgal ederek Irak ordusunun tüm silah stokunun üçte birini gasp etmesi Şii başbakan Nuri El-Maliki’nin 2012-2013 yıllarında Musul’daki Sünni komutanları Şii komutanlarla değiştirip toplum ve devlet arasındaki çarpık sosyal kontratı daha da çetrefilli bir hale sokmasıyla yakından ilgilidir. Hatta, El-Maliki’nin Şii askeri kadroyu Musul’a karadan göndermeyi güvenli bulmamasına rağmen ülkenin güneyine tayin edilen Sünni kadronun kara yoluyla şehri terk etmesinde bir sıkıntı görmemiş olması dahi ülkedeki Sünni-Şii çatışmasının boyutlarını IŞİD henüz piyasaya çıkmadan iki yıl önce gözler önüne sermiştir. Fakat bu bir hata gibi görünse de mevcut statükoda El-Maliki’nin benimsediği yöntemin dışında bir egemenlik çözümü de bulunmamaktadır. Bu bir kısır döngüdür ve dış destek sürdüğü müddetçe de devam edecektir.

Yarattıkları tüm bu sorunlara rağmen bu sınırların korunmasına neden bu kadar önem atfedildiği sınırların olası bir değişiminden sonra yaşanacakları tam olarak bilmeden cevaplanabilecek bir soru değildir. Şöyle ki, anti-Sykes-Picot teorileri çeşitlidir ve her biri bölgesel sorunları kısa dönemde çözebileceği iddiasını taşır. Kürtlerin Kürdistan tezi, Baas’ın birleşik Arap ulusu tezi, Sünni-İslamistlerin İslami hilafet tezi, özellikle Neo-Con’lara ithaf edilen etno-mezhepsel bölünme tezleri, Türkiye’nin utangaçça öne sürdüğü neo-Osmanlıcılık, İran’ın Şii hilali ya da genişletilmiş İran eksenli hakimiyet tezlerinin hepsi masada özgül ağırlıklarıyla durmaktadırlar. Yani Sykes-Picot sınırlarının neden korunmak istediği sorusu sorulurken karşı tarafa bu teorilerden hangisini ya da hangilerini uygulamaya koyacağı da sorulmaktadır. Her biri başlı başına riskler içeren bu teorilerin bir ya da birkaçının uygulanması dönem itibariyle sınırların korunmasından daha külfetli sonuçlara yol açması ihtimali en baskın gelen olasılık olarak algılandığı müddetçe de Sykes-Picot’nun kısa vadede değişebileceğini düşünmemek gerekir. Peki 25 Eylül 2017’deki Kürdistan Referandumu kendi teorisini kısa vadede uygulanması amacıyla dayatmış mıdır? Hem evet hem hayır. Kürtler kendi teorilerini bir karşıt kuram olarak ortaya koyma cüretini gösterdikleri kadar statükonun devamına da kapıyı hep aralık bırakmışlardır. Siyaseten rasyonel değer taşıyan yaklaşım da elbette ki budur.

Sykes-Picot’nun devlet-dışı aktörlere yan etkileri tam da Afrin ve Kerkük trajedileri kadar yıkıcı olabiliyorken, Kürtler için bu sorunun bir reçetesi var mıdır? Bu sorunun da cevabı hem evet hem de hayır olarak verilebilir. Kürtler hiç bir surette egemenliklerinde yaşadıkları devletlerden daha güçlü değillerdir ve olabilmeleri de mümkün sayılmaz. Yani sınırların değişmesiyle ilgili fiili durumlar yaratacak askeri, siyasi ve ekonomik güçleri bulunmaz zira bu güçler devletlerin payına ayrılan kabiliyetlerdir. Lakin statükoyu zorlayarak kendi yerlerini genişletebilirler, ki bu da zaten son bir asırdır yaptıklarına tekabül eder. Edindikleri kültürel haklardan otonom egemenlik alanlarına kadar tüm kazanımlar Kürtlerin statükoyu devamını temin edebilmek için bu devlet-dışı aktörle direkt ya da endirekt pazarlıklara zorlayarak elde edilmiştir. Bu süreç Kürdistan sorunu bir biçimde ortadan kalkana kadar da devam etmeye mecburdur. Daha açıkçası, şu çıkarımı yapmak fevkalade mümkündür: Kürtler Skyes-Picot ve Lozan sonrası statükoları değiştirecek fiili durumlar yaratamazlar ama pazarlık alanlarını genişletebilecek aletlere sahiptirler. Yani, yoğunlaşmaları -ve yoğunlaştıkları- metod pazarlıktır.

Bu konuyu Suriye’deki fiili duruma bağlayarak bitirmek gerekir. Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olacak tüm uluslararası aktörler iç savaşın Suriyelilerin sürdürdüğü evresinin sonuna yaklaşıldığı bu dönemde Sykes-Picot ve devlet-dışı aktörler ikileminde son tercihlerini statükodan yana yapacaklardır. Statükonun istikrarlı devamını vaat eden Türkiye gibi aktörler teorik çerçeveleri statükonun karşısında olan Kürtler gibi devlet-dışı aktörlerden daha güçlü tezlere sahiptir. Kürtlerin bu tezleri al aşağı edebilmelerinin olasılığı ise  çözülmesi zor bir denkleme işaret eder. Ayrıca fazla özgüvene kapılmanın da riskleri muhtemel kazançlarından çok olacaktır. Fakat, en olası sonuçları bilmek bu denklemdeki her aktöre avantaj sağlar. Bu hususa denk düşen olasılıklardan en yıkıcısı Türkiye’nin statükonun istikrarını koruma teziyle ABD’yi Sykes-Picot ikileminde tavizler vermeye zorlamasıdır ki bunlar ancak Kürt perspektifinden bakıldığında taviz olarak algılanabilirler. Halbuki yedi yılı aşkındır süren ve daha da sürmesi öngörülen çok yönlü bir savaştan ulusal sınırları ve egemenlik teorilerini yapısal değişikliklere mecbur etmeden çıkmak ABD için bir taviz olarak görülmeyecektir.  

Kürtler ve Kürdistan Sykes-Picot temelli bedel pazarlıklarına ne kadar hazırdır? Statükonun devlet-dışı aktörlerin kaygılarını giderecek bir biçimde korunması tezinde varılacak bir uzlaşının Kürt egemenlik mücadelesine yaşatacağı yeni trajediler var mıdır? Daha da açıkçası, IŞİD sonrası Ortadoğu’da ABD’nin siyasi ve askeri çabasını Suriye-Irak sınırına yoğunlaştırması durumunda muteber bir devletin yasal egemenlik sınırlarına şu an için dahil olmayan Suriye Kürdistanı, bir Kuzey Suriye Türk Cumhuriyeti’ne dönüşebilir mi? Tüm bu soruların cevabı evettir. Olası en kötü senaryoların cevaplarını bilmek belki statükoyu değiştirmeye yetmez ama devlet-dışı aktörler için pazarlıklar öncesi avantaj sağlar.

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.