Bıkmadan, usanmadan yine yer adları meselesi

Kurd24

Türkiye 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden yeni çıkmıştı. Toplumda demokratikleşme ve barış için genel bir iyimserlik hâkimdi. Şimdi tümüyle ortadan kalkmış gibi olsa da bir yerlerde bir şeyler yazdığımızda veya konuştuğumuzda, gerek siyasi çevrelerde gerekse medyada dikkatini çekebildiğimiz, dinletebildiğimiz bazı adresler mevcuttu.

Hasan Cemal Milliyet gazetesindeki köşe yazılarına devam ediyordu ve ayrılmasına henüz 20 ay vardı. Memleketime yaptığım bir seyahatim sonrası hal hatır sorup sohbet ederken, konuştuğum şeyleri bir mektuba dönüştürmemi rica etmiş, mektubumu da kendi sütununda yayınlamak istediğini söylemişti. İsteğine uygun olarak yazıp gönderdiğim mektubu 5 Ağustos 2011 günü Milliyet’teki köşesinde, “Kürt sorunu: Bardağın dolu ve boş tarafı!” başlığı ve “Sevgili arkadaşım Ümit Fırat’tan mektup var. Bir aydının Kürt olarak günümüzde duyarlı olduğu konuları anlatan mektubunu köşeme alıyorum” sunumuyla köşesinde yayınlamıştı.

Mektubun bu günkü yazıma da konu olan ilgili bölümünü aşağıda aktarıyorum.

“Sevgili Hasan,
Geçen ay uzun yıllardır gidemediğim memleketim Kiğı’ya gittim.
Kiğı, Bingöl’e bağlı büyük bir ilçe idi. Benim hâlâ tümünü de Kiğı olarak hissettiğim ve uydurulmuş isimlerle kendisinden koparılmış üç yeni ilçe ile birlikte artık dörde bölünmüş. Bölgedeki birçok il ve ilçeye defalarca gitmiş, Kürt meselesi hakkında çeşitli sıkıntılara tanık olmuş, yaşamış ve dile getirip talep etmiş bir insanım.

Yer adları meselesi...
Israrla ifade ettiğim şu yer adları meselesi bu kez beni sadece öfkelendirmedi, aşağılandığımı hissettirdi. Hatta üzerinde doğup büyüdüğüm, sahibi olduğum ve sevdiğim toprakların, birtakım zorbalarca elimden alınıp keyfi olarak adlandırılarak benden koparıldığı hissine kapıldım.
İçinde benim de yer aldığım kimi girişimlerde Kürtlerin ne istediğine dair talepler söz konusu edildiğinde, yer adlarının iadesi için hep hassasiyet gösterdim.
Atalarımdan, dedelerimden kalan tarihi mirasımı inkârdan da öte, bütün topluma karşı hakaret anlamı taşıyan bu onur kırıcı uygulama, bana çok ağır geldi.

Muğlalı Paşa, Alpdoğan Paşa...
Bir de, tıpkı 32 kişinin katlinden hükümlü General Muğlalı adının Özalp’teki bir kışlaya verilmiş olması gibi, Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’ın Dersim Katliamı olarak ifade ettikleri hadisenin ilk faili olarak bilinen General Abdullah Alpdoğan adının da yoğun bir Dersimli nüfusun yaşadığı Elaziz’de bir askeri kışlaya verildiğine, yine kocaman bir mahalleye de Abdullah Paşa Mahallesi ismi verildiğine tanık oldum. 
Kürtler için artık ret, inkâr ve asimilasyon bitmiştir iddiaları hakkında sana kısaca bir şeyler yazmak isterken, bir öfkemi de aktarmak istedim...”   

Yer adları, toplumlara tıpkı üzerinde yaşadıkları coğrafya gibi atalarından kalan tarihsel birer mirastır. Ancak bu miras bazı durumlarda zorbalıkla gasp edilmeye çalışılır. Şahsen önem verdiğim için zaman zaman yazdığım, çeşitli vesilelerle katıldığım toplantılarda dikkat çekmeye çalıştığım ve yakın zamana kadar Türkiye’de Kürtlerin kültürel ve demokratik taleplerinin ilk sıralarında yer alan bir meseledir.

Yukarıda sözünü ettiğim dönemde, Kürt yerleşim alanlarındaki kültürel tahribatın büyüklüğünün anlaşılması ve bütün bu haksızlıkların telafisi için çeşitli girişimlerde bulunuldu. Devletin kendi memurlarınca tek taraflı olarak kaldırılan isimler, yine tek taraflı olarak devlet tarafından düzeltilerek orijinal haline dönüştürülebilirdi.

Dönemin hükümeti en kısa zamanda bu akıl dışılığın düzeltileceğini vaadetmesine rağmen, yine de birtakım formaliteleri öne çıkarıp ipe un sermeyi tercih etti. Mesela cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar dâhil olmak üzere, hemen her kademedeki devlet ve hükümet görevlileri, adeta üzerine basa basa Norşin ismini telaffuz ettikleri halde, Güroymak dedikleri uydurma isim hala resmen yerli yerinde durmakta.

Tek değişiklik, Siirt’in Aydınlar diye uydurulmuş bir isimle anılan Tillo ilçesinin orijinal ismine kavuşması oldu. Ha bir de “Orgeneral Mustafa Muğlalı Kışlası” ismi kaldırıldı.

Son yıllarda konu hakkında artık ne bir talep, ne de bir vaadin göze çarpıyor olması ise meselenin halledilmiş olduğuna değil, tersine devlet ve hükümetin bu meselenin kapatılmasına dair tutumundan kaynaklanmaktadır ve zamanın ruhuna da uymaktadır.

Bu yazıda üzerinde durmak istediğim diğer husus ise, yer adlarının değiştirilmesi meselesinin diğer ayağını teşkil eden mağdurların ne yaptığı üzerine birkaç öneri ve eleştiride bulunmaktı. Fazla uzatmadan hemen konuya girmek istiyorum.

Yazıya başlarken de aktardığım gibi benim memleketim Kiğı’dır. 120 sene evvel babam doğduğunda Kiğı Erzurum vilayetine bağlıymış. Çok daha yıllar önce de Diyarbekir’e bağlıymış. Çewlik Palu’ya bağlı bir nahiye iken 1872 yılında Çapakçur adı verilerek ilçe yapılmış. Çapakçur ilçesi 1936 senesinde Kiğı, Genç, Solhan ve Karlıova ilçelerinin de kendisine bağlanmasıyla vilayet statüsüne dönüştürülmüş ve 1945’te de ismi Bingöl olarak değiştirilmiş. Benim ilk çocukluk yıllarımda Kiğı’da genellikle Çapakçur olarak anılırdı. Bingöl ismi epey zaman geçtikten sonra yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

Yaşadığım yerlerde memleketim sorulduğunda, daima ve gurur duyarak kendimi Bingöllü olarak tanımlarım. Tabii aslında Çapakçur’u tercih ederdim ama yine de aynı topraklara ait bir dağın ismi olan Bingöl demek de bende hiçbir zaman incitici bir etki yaratmadı.

Tabii ki aslen Çewlikli olanların Çewlikliyim demelerinin arkasında yatan tepkiyi anlıyorum. Ancak 1936’da düzenlenen bir değişiklikle Çapakçur’a bağlanan ilçelere mensup olanların da Çewlikli olmaları lazım geldiğini düşünmüyorum. Üstelik önceleri ismi Çewlik olan bir vilayetin adı silinip üstüne Bingöl yazılmamış, Çapakçur vilayetinin ismi Bingöl olmuş. Kaldı ki Çewlik şu anda da yerli yerinde durmaktadır ve Bingöl’e bağlı yerleşim alanlarından biridir. Şimdi kalkıp bütün bir vilayeti Çewlik olarak tanımlamanın da doğru olmadığını düşünüyorum.

Öte yandan 1937 senesinde Elazığ olarak değiştirilen Elaziz’e Harput denmesini de doğru bulmuyorum. Harput halen yerli yerinde duruyor ve Elaziz (ilk ismi Mezraa), Harput’tan ayrı bir şehir olarak kurulmuştur.  

Bana göre bir başka büyük hata ise devletin yine 1937 senesinde ismini çarpıtarak Diyarbakır olarak resmileştirdiği Diyarbekir ismi üzerinde yapılmaktadır. Diyarbekir ismi ile tarihe mal olmuş binlerce dokümana, yaşanmış sayısız hikâyeye, şiire ve destana sahip kadim bir şehirdir. Tarihinin bir döneminde şehrin bugün sadece surlarla çevrili bölümüne Amid adı verilmiş olmasından yola çıkılarak bazı çevreler tarafından vilayetin tümüne birden Amed denilmeye kalkılması ise koca bir eyaletin eşsiz zenginliklere sahip tarihini yok saymak gibi geliyor insana. Amed de Sur ilçesi olarak diğer ilçeler gibi Diyarbekir’in bir parçası olarak kabul edilmeli. 

Toplumun tarihi ve kültürel mirasına dair kararlar almak, ancak üzerinde yaşadıkları toprakların gerçek sahibi olan insanların iradeleriyle mümkündür. Yıllardır kurtulmaya çalışılan bir girdaptan çıkmak için mücadele verilirken, kendi elimizle başka bir çarpıklığın inşa edilmesinden kaçınılmalıdır. Keza bu tür değişimler gerekiyorsa, bunu aklımıza estiği gibi değil, dil, tarih, arkeoloji ve kültürel alanlarda uzmanlaşmış kurumların da görüşleri alınarak gerçekleştirmek doğru olur.

Bugün doğru olan çarpıtılmış ve uydurma isimlerle anılan binlerce kasaba ve diğer yerleşim birimleri gerçek isimleriyle değiştirilmesidir. Resmen değiştirilinceye kadar da inatla orijinal şekliyle kullanılıp telaffuz edilmelidir. Öte yandan Diyarbekir’e Amed değil DİYARBEKİR, Elaziz’e Harput değil ELAZİZ demekte ısrar edilmelidir.

İyi haftalar diliyorum.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.