Hangi AKP?

Kurd24

Tanel Demirel, 16 Nisan halk oylamasının öncesinde AKP hakkında önemli bir yazı yazdı.[1]

Bu yazısında Demirel, AKP içinde iki eğilimin olduğunu ve kısa vadede bu eğilimlerden hangisinin AKP’ye yön vereceğinin ülke açısından hayati bir önem taşıdığını belirtti. Benim de katıldığım ve çeşitli platformlarda dile getirdiğim bir tez bu.

 

Demirel’e göre, bu eğilimlerden biri “soğuk savaş sağcılığının izlerini” taşıyor. 2011 genel seçimlerinden sonra partide ağırlığı artan bu çizginin belirgin özelliklerini -Demirel’i izleyerek- birkaç noktada toplamak mümkün:

 

  • Türkiye’nin siyasi çoğulculuğunu kabullenmekte zorlanıyor; farklılığı bir zayıflık alameti olarak görüyor.
  • Muhalefetin kutuplaştırma isteğine misliyle karşılık veriyor, ortamın gerginleşmesinden bir rahatsızlık duymuyor.
  • Kamu hizmetlini sunmada ayrımcılık yapmaktan ve ötekileştirici bir dil kullanmaktan imtina etmiyor.
  • Hukuka ve hukuk devleti ilkesine toplumu bir arada tutan bir garanti olarak değil, “dava”yı geciktiren ve iktidarı güçten düşüren bir ayak bağı olarak bakıyor. 
  • Haklılığı apaçık eleştirileri bile ya kaale almıyor  ya da bunların altında mutlaka bir bit yeniği arıyor.
  • Salt bir “seçim”i demokrasi için yeterli sayıyor; diğer kontrol, denge ve hesap verebilirlik mekanizmalarını “vesayet” ile eşdeğer ile tutuyor.

 

“Azınlık” çizgisi

 

AKP içindeki etkin bu çizgiye karşı azınlıkta kalan ikinci çizginin ise temel özellikleri şöyle sıralanabilir:

 

  • AKP’ye destek veren % 50’nin yanında partiye oy vermeyen bir % 50’lik bir başka kitlenin daha olduğunu ve partinin onların hassasiyetlerine de kulak kesilmesi gerektiğini düşünüyor.
  • Toplumsal tansiyonu düşürmeyi öncelikli olarak iktidarın vazifesi biliyor, içte ve dışta mutedil bir siyaset izlenmesinden yana tavır koyuyor.
  • Daha kapsayıcı, ılımlı ve ölçülü olma gereğini hatırlatıyor.
  • Temel hak ve hürriyetlerin altını çiziyor,  hukuki duyarlılık talep ediyor.
  • Bir sorunun altında sadece başkalarının hatalarının değil kendi eksikliklerinin de payı olduğunu hatırlatıyor.

 

Gerek parti içinde ve gerek partiye yakın mahfillerde bu iki çizgi arasında bir mücadele yaşanıyor. Mücadele bazen ateşleniyor, bazen belli belirsiz bir hal alıyor. Bu mücadelede azınlıkta kalan çizginin elini zayıflatan bir husus var: O da, Gezi ile başlayan, 17-25 Aralık ile devam eden ve nihayet 15 Temmuz’da zirveye çıkan süreçte AKP’nin birçok iç ve dış saldırıya maruz kalmasıdır. Saldırıların şiddeti ve yoğunluğu nedeniyle bu çizginin mensupları, eski müesses nizamın fırsat bulduğunda bugüne kadar kazandıklarını ellerinden alacağı konusunda kaygılandırıyor. Bu nedenle, partinin girdiği yoldan rahatsızlık duysalar da, ellerini masaya vuramıyorlar, eleştirilerini kısıtlı tutuyorlar ve hoşnutsuzluklarını daha kısık bir sesle gündeme taşıyorlar.

 

Giderek eski düzenin muktedirlerinin davranışlarını daha fazla sahiplenen çoğunluk çizgisi ise, bu durumdan güç devşiriyor. “Partili tabanın haklı endişe ve kaygılarını sürekli olarak pompalayarak kendi pozisyonunu tahkim etmeye çalışıyor. Esasen eski elitin vesayet rejimine dönüşünü arzulayan aşırı unsurlarıyla parti içindeki otoriter damar birbirinden besleniyor. Her biri diğerini işaret ederek kendi konum ve davranışlarını meşrulaştırmaya çalışıyor.”

 

Referandum sonrası

 

16 Nisan her parti için ayrı ayrı olduğu kadar AKP içindeki bu iki damar için mühimdi. Zira çıkacak sonuç, AKP’deki bu iki eğilimden birinin daha ağır basmasına hizmet edebilirdi. Demirel’e göre; referandumdan çıkacak bir “evet”, AKP’deki otoriter dışlayıcı kanadı güçlendirecek bir potansiyele sahipti. Çünkü bu, AKP seçmeninin dışlayıcı ve ayrımcı ve otoriter politikalara verdiği bir onay olarak okunabilir; bu yönelimi savunanlar tercihlerinin sonuç aldığından bahisle otoriter yönelimlerini daha uç noktalara taşıyabilirlerdi.

 

Buna mukabil “hayır”; kaçınılmaz olarak bir durup düşünme ihtiyacı doğurur ve nerede yanlış yapıldığına dair bir sorgulama sürecini başlatırdı. Dolayısıyla bu düşünme ve sorgulama safhasında parti içinde daha liberal eğilimi yansıtan kesim sesini daha gür çıkarabilir, kendi tezlerini daha yaygın bir şekilde savunabilir ve partinin yeni bir rotaya girmesi için gerekli zemin yaratılabilirdi.

 

Genel olarak bu analize katılıyorum. Bununla birlikte halk oylamasından çıkan sonucun yeni bir muhasebeyi zorunlu kıldığını düşünüyorum. Eğer referandumdan % 60 – 65 gibi ezici bir “evet” çıksaydı, Demirel’in belirttiği ihtimalin gerçekleşme olasılığı yükselirdi. Zira AKP bunu,  mer’i siyasete hem kendi ve hem de MHP tabanının tamamen arka çıkması olarak değerlendirir ve girdiği yoldan dönmesini gerektirecek herhangi bir neden olmadığını düşünürdü.

 

Kazanırken kaybetmek

 

Ancak referandum AKP’nin önüne farklı bir siyasi tablo koydu. AKP-MHP ittifakı beklenen güç yoğunlaşmasını yaratmadı. Aksine 81 ilin 67’sinde bu iki parti 1 Kasım’ın gerisinde kaldı. “Evet” oyları, iki partinin 1 Kasım’da aldığı oyların toplamından daha az çıktı. Dahası bu illerin arasında,  “evet” oylarının AKP’nin 1 Kasım’da aldığı oyun altında kaldığı ve aralarında İstanbul, Bursa, İzmir, Ankara ve Antalya gibi büyük illerin de yer aldığı çok sayıda il var. AKP-MHP ortaklığı yalnızca 14 ilde 1 Kasım’ın üzerine çıkabildi; bu da paradoksal olarak Kürt illeri oldu.[2]

 

Yani her ne kadar “evet” galip olsa da, anayasa değişiklik teklifinin % 48.6’ya karşı % 51.4 gibi bıçak sırtı bir sonuçla kabul edilmesi, AKP’deki dışlayıcı-otoriter damarın gönül rahatlığıyla zafer türküleri çığırmasına mani oldu. 16 Nisan’da devletin bütün kudreti AKP’nin ayaklarının altına serilmişti. Karşıda adamakıllı bir “hayır” kampanyası yoktu. “Hayır”ı savunanların geleceğe dair bir perspektifleri, halka heyecan verecek bir projeleri de bulunmuyordu. Bütün bunlara rağmen referandumun sınırda bir oyla geçilmesi, şimdiki AKP’yi yönlendiren çatışmacı eğilimin parti tabanı nezdinde de şüphe ve rahatsızlıkla karşılandığını gösteriyordu.

 

Tercih ne olacak?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, YSK’nın resmi sonuçları yayınlamasının ardından partisine üye oldu. 21 Mayıs’ta yapılacak olağanüstü kongrede partinin başına geçecek. Erdoğan’ın ve AKP’nin önünde iki yol var: Ya mevcut çatışmacı, dışlayıcı ve ayrımcı siyaseti sürdürecek. Ya da uzlaşmacı, kapsayıcı ve birleştirici bir siyasi hata yönelecek.

 

Soğuk Savaş kalıntısı bir sağcılığın ayak izlerinin takip edilmesi başlıca üç sonuç yaratır:

 

  • AKP’nin hem tabanını hem de kadrosunu daraltır
  • Toplumsal gerginliği her daim diri tutar; AKP’nin muhalif parti ve toplumsal gruplarla ilişkilerini sert ve kırılgan kılar
  • Dönüşen sosyolojinin taleplerine cevap üretebilme yeteneğini köreltir.

 

Tüm bu sonuçlar, yarıdan bir fazlasının oyunu gerektiren 2019 seçimlerini Erdoğan ve AKP için çok daha sıkıntılı bir hale getirir. Böyle bir AKP’nin kendi seçmenini ikna etmesi zorlaşır, potansiyel olarak ikna edebileceği seçmene erişmesi de mümkün olmaktan çıkar. Dolayısıyla gerek AKP gerek ülke için doğru olan, AKP’nin özgürlükçü ve kapsayıcı bir siyasi çizgiye dönmesi olacaktır.

 

 

[1] Tanel Demirel; 16 Nisan Referandumunun Anlamı, Karar, 12.04.2017

http://www.karar.com/gorusler/profdr-tanel-demirel-yazdi-16-nisan-referandumunun-anlami-446640

[2] Sedat Ergin; Referandumun En İlginç Paradoksu; Hürriyet, 26.04.2017,

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/sedat-ergin/referandumun-en-ilginc-paradoksu-40438413