K24 ÖZEL – Prof. Dr. Doğanay: Demirtaş, seçmeni kampanyanın parçası haline getirdi

Prof. Dr. Ülkü Doğanay'la 24 Haziran seçimlerini ve propaganda hakkını konuştuk

ANKARA (K24)

1997 - 2017 yılları arasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışan bağımsız araştırmacı ve siyaset bilimci Prof. Dr. Ülkü Doğanay, adayların serbestçe rekabet edebilmesi ilkesinin çiğnendiğini vurgulayarak, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) adayı Selahattin Demirtaş’ın Edirne F Tipi Cezaevi’nden yürüttüğü seçim çalışmalarına değindi.

K24’ün sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Ülkü Doğanay, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ile Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) Kürt seçmeni önemli ölçüde gözden çıkardığını belirterek, şu ifadeleri kullandı:

“Kürt seçmeni dışarıda bırakan bir seçim aritmetiğinin muhalefet açısından istenen sonucu doğurmayacağını CHP de, Saadet Partisi de çok iyi görmüş durumda.”

Ülkü Doğanay’la 24 Haziran Pazar günü yapılacak cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerini, adayların Kürtlere yönelik vaatlerini ve propaganda hakkını konuştuk.

Tutuklu cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, avukatları aracılığıyla Twitter üzerinden ya da basına verdiği demeçlerle seçmenlere ulaşmaya çalışıyor. Bir yazınızda “Belki de dünyada hapisteyken seçim kampanyası yürüten ilk aday ve kim bilir hapisteyken seçilen ilk cumhurbaşkanını çıkarma unvanı da Türkiye’ye düşecek” demiştiniz. Hapisteki ve medyada kendini ifade etme olanağı verilmeyen bir aday, seçmeni nasıl ikna ediyor?

Selahattin Demirtaş’ın kampanyasını tutuklu olarak yürütmek zorunda bırakılması, seçimin adaletini ağır biçimde zedeleyen bir durum. Her şeyden önce, en basite indirgenmiş haliyle “rekabetçi” olarak nitelediğimiz liberal demokrasi yaklaşımları bile bir rejimin demokratik olup olmadığını iki temel kritere bakarak belirlerler: Adayların birbirleriyle serbestçe yarışabilmesi, fikirlerini serbestçe ifade edebilmesi ve hükümetin seçimler yoluyla değişebilmesi. İkincisinin ne ölçüde mümkün olduğunu seçim sonuçları bize gösterecek. Ancak henüz seçim yapılmadan demokrasinin olmazsa olmazı olarak değerlendirebileceğimiz bu birinci prensip, yani adayların serbestçe rekabet edebilmesi ilkesi çiğnenmiş oldu. Anayasa Mahkemesi de bu duruma sessiz kaldı. Demirtaş’ın hakkında verilmiş bir ceza yokken tutukluluğunun devam etmesi, meydanlarda seçmene ne gibi bir gelecek vaat ettiğini anlatamaması bir yana kendisine yöneltilen iftiralara, hakaretlere yanıt verme şansı bile elinden alınmış oldu.

Demirtaş, cezaevinde TRT ekranına çıkarak yasal hakkını kullandı. Ancak, Demirtaş’tan önce TRT ekranına çıkan adayların mitinglerinden ve konuşmalarından görüntüler yayınlanırken, Demirtaş’ın katıldığı herhangi bir etkinliğin görüntüsü ekrana yansımadı. TRT’nin bu tutumunu ve propaganda hakkı için ne düşünüyorsunuz?

Diğer adaylarla seçmene eşit koşullarda ulaşma şansını bulduğu tek yer, TRT’deki yasal seçim konuşması idi. Anadolu Ajansı bunu sanki büyük bir marifetmiş gibi “demokrasi tarihinde bir ilk” başlığıyla verdi. Anayasa gereği tarafsız yayıncılık yapması gereken TRT ise Cumhurbaşkanı adayı Demirtaş’a bu zorunlu yayın dışında ekranlarında hiç yer vermedi.  Artık neredeyse tümüyle hükümetin kontrolünde olan anaakım medyada Demirtaş’ın adı sadece hakkında yürütülen karalama kampanyası ile ilgili olarak geçti. Bütün bunlar, aslında serbest rekabet ilkesinin şu anda yürürlükte olmadığının, dolayısıyla en primitif anlamıyla, yani demokrasiyi yalnızca seçimlere ve liderler arasındaki rekabete indirgeyen bir perspektifle bile bir “demokrasi”den söz edemeyeceğimizin göstergesi.

Demirtaş’ın kampanyasına gelirsek, TRT’nin ve anaakım medyanın gözlerden ırak tutma çabasına rağmen Demirtaş, cezaevindeki sınırlı imkânlarıyla çok iyi bir kampanya yürüttü. Önce arkasında özgürlük, demokrasi ve barış mesajları yazılı fotoğraflarının bulunduğu kartpostallar kentlerin meydanlarında, mitinglerde, sokaklarda dağıtıldı. Bu kartpostallar, insanlara medya yoluyla erişimi engellenmiş bir mahpusun dışarısıyla doğrudan iletişiminin en basit araçlarıydı. Ardından çok etkin bir sosyal medya kampanyası başlatıldı.

Demirtaş’ın seçim kampanyasının özelliği, seçmeni de kampanyanın bir parçası haline getirmesiydi. Örneğin sosyal medya kullanıcılarından çektikleri fotoğrafları paylaşmalarını istedi; herkes bir fidan diksin çağrısında bulundu. Bunun dışında da seçmene ulaşmak için her yolu denedi. Bunların içinde bana göre asla vazgeçmediğini ve vazgeçmeyeceğini göstermesi ve seçmene de bu mesajı aktarması açısından en ümit verici olan, eşi Başak Demirtaş’la haftalık telefon görüşmesini bir sesli mitinge çevirmesiydi. Bir diğer telefon görüşmesinde ise, seçmenine “Korkma bağır” şarkısını hediye etti. İnsanların baskı ve tehditler karşısında görüşlerini açıklamaktan bile tedirgin olduğu bir atmosferde “korkma bağır” sözlerinin dilden dile dolaşması önemliydi. TRT’de yaptığı konuşmayla birlikte düşündüğümüzde, seçmene korku duvarını aşma yönünde ümit ve cesaret vermesi açısından oldukça başarılı bir stratejiydi.

Adaylığı açıklandıktan sonra Demirtaş’la görüşen, Hakkâri ve Diyarbakır’da mitingler yapan, Kürt sorununun kalıcı çözümü için vaatlerde bulunan CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin konuşmaları ve siyaset tarzı hakkında neler diyebilirsiniz?

Muharrem İnce, CHP liderinden şimdiye kadar meydanlarda duymaya alışık olmadığımız cümlelerle konuşuyor. Kürt sorununu çözmekten bahsediyor örneğin. Barış ümidinden söz ediyor. Alevilere haksızlık yapıldığından söz ediyor. Kılıçdaroğlu 7 Haziran öncesinde mitinglerinde ne “Kürt” kelimesini ne de “Alevi” kelimesini telaffuz etmemişti örneğin. Parti bunu kimlik siyasetine mesafeli olmakla açıklıyordu. Ancak insanlar kendilerini kimlikleri ile tanımlıyorlarsa, biz kimlik siyaseti yapmıyoruz demek onların sorunlarına bir çözüm getirmiyor. Nitekim İnce bunun farkında ve tüm seçmeni kapsayan bir dil kullanıyor.  Mitinglerinde dinamik, “genç” bir politikacı izlenimi sunuyor. Bugüne kadar 100’ü aşkın miting yapmış olması da bu dinamizm algısını güçlendiriyor. Ayrıca Erdoğan’a verdiği hazır cevaplarla da Erdoğan’ın meydanlardaki hâkimiyetini tersine çevirmiş görünüyor.

Kürtlerden söz etmişken, partiler ve adaylar bu süreçte Kürt sorunundan daha çok söz etmeye başladı. AK Parti ve İYİ Parti hariç, diğer partilerin programlarında sorunun kalıcı çözümü için adımlar atılacağı ifade edildi. Bu söylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kürt seçmeni dışarıda bırakan bir seçim aritmetiğinin muhalefet açısından istenen sonucu doğurmayacağını CHP de, Saadet Partisi de çok iyi görmüş durumda. AKP ve MHP Kürt seçmeni önemli ölçüde gözden çıkarmış görünüyor. Hükümetin Suruç’taki tutumu da, Demirtaş’ı kriminalize eden söylemleri de bunu net biçimde gösteriyor. Toplumdaki kutuplaşma üzerinden beslenen bir siyaset izliyorlar ve seçim stratejisini bu kutuplaşmayı son raddesine getirerek milliyetçi oy tabanının konsolide olması üzerine kuruyorlar. İYİ Parti her ne kadar kendini merkezde tanımlıyor olsa da MHP ile aynı milliyetçi taban için rekabet ediyor; Bahçeli’nin Erdoğan’a verdiği destekten memnun olmayan milliyetçi oyları kendi yanına çekmek amacında. Bu nedenle Kürt sorununun barışçıl çözümüne dair bir politika vaat etmiyor. Ancak seçim sonrasında CHP ve diğer partilerle olası bir ittifak durumunda buna karşı çıkacağını da düşünmüyorum. Aslında Erdoğan da, diğer partiler de seçmenin artık çatışma siyasetinden yorulduğunun, barışı ve huzuru aradığının farkında. Erdoğan’ın önceki seçimlerde kurduğu korku ve düşmanlarla kuşatılmışlık söylemi yerine seçmene çimlerde çoluk çocuk yuvarlanmayı, kıraathanelerde çay içip kek yemeyi, evlerdeki buzdolapları ve fırınlara şükretmeyi vaat etmesi de bununla ilgili.

Verdiğiniz bir demeçte, Erdoğan’ın giderek daha çok hata yaptığını söylediniz. Aynı zamanda mitinglerde öfkesini gizleyemediği de görülüyor. Bu hatanın ve öfkenin sebebi nedir?

Yorulduğunu düşünüyorum. Yıllar boyunca meydanlarda aynı sözleri tekrarladı. Artık bu sözlerin, özellikle de genç seçmen nezdinde bir karşılık bulmadığının farkında. Bu da giderek daha çok hata yapmasına ve yorgun bir adam görüntüsü sergilemesine yol açıyor.

Seçimlere sayılı günler kala televizyon ve gazete haberlerinin dili de sertleşmeye başladı. Siz, medyanın seçmen üzerinde eskisi kadar etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz?

Seçmen homojen bir kitle değil. Medya tercihleri de farklılaşıyor elbette. Benim çevremde pek çok kişi, yıllarca televizyon üzerine çalışmalar yürütmüş olanlar, akademisyenler, gazeteciler, eski gazeteciler bile hükümet medyasını artık izlemediklerini, televizyonları açmadıklarını, tartışma programlarındaki konuşmacıların yalan, yanlı, mantıktan uzak sözlerine tahammül edemediklerini söylüyorlar. Ancak diğer tarafta, hala bu kanalların haber bültenlerini izleyen, bu kanallardaki tartışmaları dinleyen, buralarda söylenen sözlere inanan ve bu kanallarda görünmeyenin varlığından “haberdar olmayan” ya da olmak istemeyen geniş bir seçmen kesimi de var. Medyanın mevcut koşulları altında, insanların kanaatlerini değiştirmede bir etkisi olduğunu sanmıyorum; ancak var olan görüşlerin pekişmesinde yani partilerin kendi seçmenlerini konsolide etmesinde, seçmen tabanlarını korumasında hala bir rolü var.