Kadiriler ve Nakşîler; mirlerden şeyhlere - 1

Kurd24

Osmanlı’nın merkezileştirme politikalarının bir sonucu olarak 1800’lerin başından itibaren yarı bağımsız Kürt emirliklerinin ortadan kaldırılması Kürdistan’ın tümünde yeni bir karmaşa dönemi ortaya çıkardı. Behdinan, Soran, Botan, Hekkarî ve Baban gibi emirlik ve prensliklerin toprakları Kürt aristokrasisinin en düşük birimi olan aşiretler arasında bölüşüldü. Ortaya çıkan iktidar boşluğu vahşete varan bir kanunsuzluğa, talan ve sonu gelmeyen aşiret kavgalarına sebep oldu.

Bu boşluk 1850’den itibaren ruhani liderler olarak görülen pirler, şeyhler ve seyitler tarafından doldurulmaya başlandı. Malatya ve Adıyaman çevresinde Alevi Axuçan Ocağı, Dersim’de sonradan aldıkları Seyit unvanlarıyla bilinen Litrikli pirler ve Hewreman bölgesinde Kakaî İbrahimî pirler öne çıkarken merkezi Kürdistan iki tarikatın egemenlik çekişmesine sahne oluyordu: Kadiriler ve Nakşiler.

Abdülkadir-i Geylani’nin 12. Yüzyılda kurduğu Kadirilik bir sonraki yüzyıldan itibaren Kürdistan’da yaygın hale gelmiş ve Şehrezorlu Berzenciler ile Şemzinanlı Geylanizade Nehriler tarafından temsil edilmişti. Ne var ki kendisi de Şehrezorlu bir Kadiri şeyhi olan Caf aşiretinden Mewlana Xalid, 1810’ların başında Hindistan’a giderek Nakşibendilik öğretisini getirmiş ve 1813’ten itibaren bir iktidar kavgasının fitilini ateşlemişti.

Kadiri şeyhi Maruf Berzenci ile artık bir Nakşi şeyhi olan Mewlana Xalid arasında kıyasıya bir mücadele başlamıştı. Neticede milliyetçi Kürtlüğün kalesi olan Baban Emirliği’nin başkentindeki bu kavgaya, 1820’de Mewlana Xalid’in Süleymaniye’den kaçması ve önce Şam’a, ardından Bağdat’a yerleşmesiyle ara verildi. Kadiriler zafer kazandıklarını düşünüyorlardı ama bu tarihten itibaren Xalid’in tarikatı birçok ülkede hızlı bir yükselişe geçti. Durmadan Kürdistan’ın çeşitli bölgelerine halifeler gönderen Mewlana Xalid, mesela Abdülkadir Geylani’nin soyundan gelen Nehrili ailesini tarikatına çekmeyi başarmış ve Seyîd Taha aracılığıyla Kürdistan’ın kuzeyini ele geçirmişti.

Kürdistan emirlikleri tümüyle çöktüğünde bu iki tarikat siyasal gücün yegane temsilcileri olarak da nüfuzlarını arttırdılar. Böylece Nakşi olan Şemzinan şeyhleri Hakkari, Erdelan, Behdinan, Bitlis ve Botan emirliklerinin topraklarını yönetirken Kadiri Berzenciler ise Soran ve Baban emirliğinin neredeyse Bağdat’a kadar varan topraklarında hüküm sürmeye başladılar. Nakşi Barzaniler bu dönemde tarih sahnesine çıkarak Amediye, Akre ve Hakkari üçgeninde güçlendiler.

Duhok ve Etroş mıntıkalarında Brîfkanî, Rewanduz’da Hîran ve Kerkük’te Talabanî Kadirileri vardı. Öte yandan Sepnê ve Zebarî dolaylarında Bamernê şeyhleri, Erbil’de Surçî şeyhleri, Mardin ve çevresinde Xeznewî şeyhleri, Van’da Arwasî şeyhleri, Palu ve çevresinde Şeyh Said’in de dedesi olan Septî şeyhleri, Bitlis’te ise Kûfrewî şeyhleri öne çıkmıştı ve bütün bunlar Nakşibendî’ydi. Sidekan’da ise ikisinden de olmayan Lolan şeyhleri egemenlik kurmuştu ve mesela Barzanileri tekfir etmişlerdi.

Şeyhlerin, pirlerin, seyitlerin Kürt ulusal liderleri olarak arzı endam ettiği bu dönemin şüphesiz en önemli ismi Mewlana Xalid’in halifesi olan Seyid Taha’nın oğlu ve daha sonra Kürt Teali Cemiyeti başkanı olarak karşımıza çıkan Seyid Abdülkadir’in babası Şeyh Ubeydullah’tır.

O, kendisinin de Kürt aşiret birliklerine komutan olduğu Osmanlı-Rus savaşlarının Kürdistan’da sebep olduğu yıkım ve ekonomik çöküntüyü de fırsat olarak bilmiş ve milliyetçi Kürt düşüncesi ile tasavvufçu ılımlı bir İslam düşüncesini bir araya getirerek, Müslümanlar ile Hristiyanları eşit tuttuğu, azınlıkları da kollayan bir Kürdistan devleti kurmak istemişti.

Ubeydullah “Kürdistan’ı artık Kürtler yönetmeli” diyordu ve bu düşünceyle önce 1879’da Osmanlı’ya, ardından da daha zayıf bir yönetime sahip olduğu için 1880’in sonlarında İran’a başkaldırdı. 1881’in temmuz ayında girişimi yenilgiyle sonuçlanınca önce İstanbul’a ardından da Mekke’ye sürgün edildi ve orada öldü.

Ubeydullah’ın ve dolayısıyla Nakşibendî ekolün Osmanlı’ya karşı başkaldırısı sırasında tahtta II. Abdülhamit vardı. Nakşibendîler Osmanlı ve İran sultasına karşı Kürt milliyetçiliği cephesinden konum alırken, güneydeki Kadiri şeyhleri de Osmanlı’ya yanaştılar ve İran’la da sakin bir ilişki geliştirdiler. Bağdatlı Namık Paşa aracılığıyla İstanbul ile Süleymaniye arasında çok özel bir ilişki kuruldu. Şeyh Maruf’tan sonra Kadiri postnişini olan Kak Ahmed Hafidzade bu dönemde ülke çapında kerametleriyle öne çıktı ve hatta sultana onu kurşunlardan koruyacak gullebend adı verilen bir muska bile gönderdi.

Nakşi ve Kadiri Kürtler arasındaki bu ikilik daha sonra Osmanlı tarihinin dönüm noktalarında da karşımıza çıkar. İttihat ve Terakki, 1889’da İstanbul’da kurulur. Üç kurucudan ikisi; İshak Sükuti ile Abdullah Cevdet, Kürt’tür. Bu komite 1905 yılında Abdülhamit’i devirmek için başarısızlıkla sonuçlanacak bir plan yapar ve tahkikata uğrayan yöneticiler tutuklanarak sürgüne gönderilir. İşte o komite üyelerinden biri de Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Nehrili Seyit Abdülkadir’dir ve babası gibi Mekke’ye sürülmüştür.

1907’de Şeyh Abdusselam Barzani, o sıralarda Süleymaniyeli Şeyh Said Berzenci ile sorun yaşayan Şeyh Nur Muhammed Brifkanî ve bölgenin ileri gelenleriyle birlikte İstanbul’a Kürtçenin resmi dil ilan edilmesi, eğitim ve Kürdistan’daki memurlara dair taleplerini içeren 5 maddelik bir telgraf çekti. Sultan bunu kendine bir isyan olarak algıladı ve Barzanilerin üzerine bir ordu gönderdi. Neticede Abdusselam Barzani, Hakkari’ye çekilmek zorunda kaldı ve Nasturi Patriği Mar Şemun’a sığındı. O sıralarda henüz 3 yaşında olan Mustafa Barzani de annesiyle birlikte esir alınır Musul hapishanesine konulur.

Temmuz 1908’de Jön Türkler ihtilal yapar. İstanbul’da iktidarın değişmesiyle birlikte Abdusselam Barzani topraklarına geri dönerek Türk askerlerini bozguna uğratan bir dizi saldırı düzenler. Jön Türkler, ihtilalcılardan biri olan Mirliva Esat Paşa aracılığıyla Abdusselam Barzani ile anlaşır ve esirleri iade ederler.  Sürgüne gönderilmiş olan Nehrili Seyit Abdülkadir ise Mekke’den İstanbul’a döner ve burada Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti'ni kurar.

Kadiriler ve Nakşîler arasındaki ikilik bu meselede de kendini gösterir. Jön Türklerin Abdülhamit’e karşı başarılı olduğu haberine ilk reaksiyon Süleymaniye’den gelir. Kak Ahmed Hafidzade’nin o sırada Kadiri postnişini olan torunu Şeyh Said Berzenci, Süleymaniye’de Jön Türklere karşı Abdülhamit yanlısı bir ayaklanma başlatır. Şeyh Said Berzenci, Jön Türkleri uğraştırdığı birkaç ayın sonunda tutuklanarak Musul’a sürülür. Bir yıl sonra da Kürtlere karşı başlayan bir ayaklanmada evinin önünde Araplar tarafından öldürülür.

Bu arada Jön Türklerin iktidara gelişinden iki ay sonra 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlık ilan eder. Bu durumun ülkedeki diğer etnik grupları harekete geçirmesi ihtimaline karşı ihtilalcılar sertleşmeye başlar ve onları destekleyen tüm gruplara yönelik terör estirmeye başlarlar. Kürtler de nasibini alır. İttihatçıları destekleyen Şerif Paşa, Emin Ali Bedirxan ve büyük oğlu Süreyya, İstanbul’dan kaçmak zorunda kalır. Açılan Kürt dernekleri, okul ve gazeteleri kapatılır.

13 Nisan 1909’da sultan yanlısı karşı devrimciler İstanbul’da ayaklanır. Bu olay Rumi Takvim sebebiyle 31 Mart Vakası olarak bilinir ve hükümet istifa eder. İsyancılar İstanbul’u bir hafta boyunca ele geçirirler fakat Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Harekat Ordusu isyanı bastırır ve neticede Meclis-i Mebusan 27 Nisan 1909’da Abdülhamit’i tahttan indirir ve yerine Sultan Mehmed Reşad’ı çıkarır.

Haberin Kürdistan’a ulaşması üzerine Milan konfederasyonu lideri ve Hamidiye Alayları mirlivası Millî İbrahim Paşa, Sultan adına Şam’ı kuşatır ve şehri alır. İbrahim Paşa, 23 günlük işgalden sonra çevre vilayetlerdeki İttihatçı askerlerce sıkıştırılır ve Viranşehir’e geri çekilmek zorunda kalır. Şammar Arap aşireti ve Neşet Paşa tarafından takibe alınan ve çatışmalarda yaralanmış olan İbrahim Paşa neticede Kevkeb Tepeleri yakınlarında 18 Temmuz 1909 dizanteriden ölür. İbrahim Paşa’nın fedailerinden bazıları cenazeyi gömülü olduğu yerden alarak Suriye’nin Haseke vilayetinde Faya Mezarlığı’na gömerler. İbrahim Paşa’nın ölümünün hileli olduğunu düşünen İttihatçılar, bir yıl sonra mezarını açıp muayene ederek ölenin İbrahim Paşa olduğuna karar kılar ve mezarı kapatırlar ancak ceset ortadan kaybedilir.

Bu sırada olanca hızıyla Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı’nın yıkılışı yaklaşmaktadır.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.