Bir yeni yıl yazısı

Kurd24

Tam 10 yıl önce 2009 yılına girdiğimiz ilk gün, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kürtler ve Kürtçe üzerindeki 85 yıllık inkâr dönemi fiilen sona ermiş ve TRT Şeş yayın hayatına başlamıştı. Keza aynı gün TRT’nin düzenlediği açılış törenine katılan YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan da YÖK’ün üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı üzerine bölümler açmak için çalışmalar başlattığını açıklamıştı.

Böylesi bir adım, henüz varlıkları bile resmen kabul edilmeyen, temel hak ve özgürlükleri anayasal güvencelere kavuşturulamayan ve yıllarca yaşadıkları acı ve aldatılmışlıktan sonra yoğurdu üfleyerek yemeyi bir yaşam tarzı haline getiren Kürtler açısından fazla güven verici bulunmayabilirdi. Tabii her şeyin bir hamlede gerçekleşmesi kolay değildi ama Kürtlerin de artık bir şeylere kanması değil, inanması önemliydi.

Nitekim TRT Şeş birçok Kürt açısından çözüme giden bir yol için önemli ve umut verici bir başlangıç adımı olarak görülmüş olsa da Abdullah Öcalan 2 Ocak 2009 günkü avukat görüşmesinde işin kanunsuzluğuna dikkat çekerek tepki göstermişti:

"Kürtçe televizyon açtılar. ‘Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?’ meselesine benziyor… Bu öyle hükümetin, Başbakan Erdoğan'ın kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir, Erdoğan'a dayatıldı. Erdoğan'a Kürtler diyebilmelidir ki; öyle üstten birileri dayattığı için bir şeyler yapma. Bunların hepsi ABD'nin dayatmalarıdır. Hatta hükümet kanunsuz iş yapıyor! …Bir Kürtçe televizyon kuruyorsun! Yasası, kanunu olmadan sen nasıl kanal kurabiliyorsun! Türkiye'de kanunsuz işler yapılıyor…” 

Dönemin CHP lideri Deniz Baykal ise 3 Ocak günü CNNTÜRK’ de katıldığı programda Fikret Bila ve Murat Yetkin’in sorularına verdiği cevapta öfkesini şu sözlerle dile getirmişti: "Herkes kendi anadilinde yayın yapabilir, bu kendi haklarıdır. Ama devletin parasının, kaynaklarının, 70 milyonun parasının sadece bir kesim vatandaşlarımızın etnik talepleri doğrultusunda harcanması doğru değildir. Yanlış bir istikamete gidiliyor. Bunlar ne yaptıklarını ya biliyorlar ve çok tehlikeli iş yapıyorlar ya da ne yaptıklarını bilmiyorlar. Devletin parasıyla böyle bir işe girişmek ne kadar doğru? Yarın Çerkezler de Araplar da Boşnaklar da çıkıp ‘Bizim dilimizde de yayın yapın’ diyebilirler.”

Baykal, aylar sonra 24 Ağustos 2009’da kameraların önünde adeta aklımızla alay edercesine yine tepkisini dile getirmiş, “Bizleri ayrıştırmaya yönelik projeler var. Anayasadaki Türk milli kimlik anlayışını kaldıralım önerisi tartışılmaktadır... Etnik kimliklere kendi etnik kimliklerini ifade etme çağrısı yapmak da ikinci temel noktadır... Bizi terör bölemez. Bizi bölerse dil böler. Şimdi birileri bunu çok iyi bilerek hareket ediyor. Etnik dilde eğitim yapmak için adımlar atarak aslında Türkiye’yi ayrıştırmaya yöneltmektedirler... Herkesin kendi anadilini öğrenmesi, konuşmasını geliştirmesi haktır. Ama devletin resmi görevi o anadili öğretmek değildir. Anayasamızda bu çok net ifadelerle yasaklanmıştır...” ifadelerini kullanmıştı.

Öte yandan 10 Mart 2009 günü dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran’a yaptığı gezi nedeniyle gazetecilerle Kürt meselesini konuşmuş ve “Önümüzdeki günlerde iyi şeyler olacak”  demişti. Keza 7 Mayıs günü bu kez Çek Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaretinde gazetecilerle sohbet ederken şöyle demişti: “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin en önemli meselesidir. Mutlaka halledilmesi lazımdır. Bu, Türkiye’nin birincil meselesidir... Bir fırsat var, fırsatın kaçmaması lazım...”

Başbakan Tayyip Erdoğan ise 22 Temmuz 2009’da “...Buna ister ‘Kürt sorunu’ deyin, ister ‘Güneydoğu sorunu’ deyin, ister ‘Doğu sorunu’ deyin, isterse yine son olarak adlandırılan ‘Kürt açılımı’ diyelim. ...Bir çalışma başlattık. Belli mesafeler aldık. Tabii biz siyasetçiler olarak nerede neyi yaptığımızı, kimle neyi yaptığımızı açıklamak durumunda değiliz... İçişleri Bakanlığımıza bu görevi verdik. Bütün ilgili bakanlıklarla görüşmelerini yapıyor, yapacak. Kurumlarla da yapacak. Bunda Genelkurmay’ıydı, MİT’iydi, vesaire, tüm bunlarla görüşme yapacak. Bunun yanında, bölge milletvekilleriyle de görüşecek. Bize olgun, belli bir toparlamanın olduğu bir çalışmayı getirecek ve bunun üzerinde bizler nihai değerlendirmelerimizi yapacağız ve ondan sonra da bir söylem birliği içerisinde kamuya bunu açıklayacağız” demişti.

İçişleri Bakanı Beşir Atalay da 29 Temmuz günü yaptığı basın toplantısında, nasıl bir yaklaşım içerisinde olduklarını, nasıl bir yöntem izleyeceklerini ve bunu da hangi zeminde sürdüreceklerini kamuoyuna açıklamıştı. Hazırlanmış bir çözüm paketiyle ortaya çıkıp kendi malları sayılabilecek bir program dayatmak yerine, çalışmalarını demokratik bir zeminde sürdüreceklerini, ortak bir akla varmayı hedeflediklerini söylemişti ve meseleyi çözmek gibi aşırı iddialı bir söylemden ziyade çözüme yönelik bir yol izleyeceklerini ifade etmişti.

Elbette Kürtlerin yıllarca hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılmış olmaları ve devletin doğru şeyleri vaktinde yapmamış olmasıyla zaman aşımına uğrayarak gündemden düşürülecek basit bir mesele değildi. Tabii sosyal bir meseleyi çözmek için geç kalmak bir çaresizliğe yol açmaz ama meselenin çözümünde de ciddi zorluklar doğmasına yol açar.

2009 yılındaki güzel ve kayda değer olaylardan biri de 10 Kasım günü CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in TBMM’de Genel Kurulunda yaptığı konuşmaydı. “Analar Ağlamasın” diyen hükümete seslenerek güya eleştirilerde bulundu: “’Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı’nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp ‘Bu savaşı bitirelim’ demedi. Kurtuluş Savaşı’nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs’ta analar ağlamadı mı? Kimse ‘Analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım’ dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok.’’ 

Bu konuşma vesilesiyle o güne kadar resmi tez olarak devletin kendisine karşı düzenlenmiş bir isyan karşısında yapması gerekenleri yapmış olması gibi bir algı olarak kafalara yerleştirilen Dersim Katliamı, ilk kez Cumhurbaşkanı ve Başbakan tarafından bir katliam olarak telaffuz edildi.

Her vatandaşın kendisini ötekinin yerine koyup düşünmesini isteyen Erdoğan 13 Kasım günü yaptığı TBMM Genel Kurulu'nda "Demokratik Açılım"la ilgili değerlendirmelerde bulunduğu açıklamalarında,

"… Sizin tarlalarınız, otlaklarınız yasak bölge ilan edildi mi? Köyünüzü caminizi bastılar mı? Köyünüzün yoluna mayın döşendi mi? Analar ağlayacak diyenler sizin hiç oğlunuz, yavrunuz öldü mü? Biliyorum ben neler olduğunu, biliyorum. Dersim'de olanları savunanları ben insanlıktan nasibini almamış olarak değerlendiriyorum. …” cümleleriyle Onur Öymen’e cevap verdi.

23 Kasım günkü AK Parti genişletilmiş il başkanları toplantısında ise Dersim Katliamı’yla ilgili bazı resmi belgelere de yer verdiği konuşmasında şu ifadelerde bulundu: “…Sayısı bugün dahi bilinmeyen, tahmin edilen binlerce insan, kadın ve çocuk katlediliyor, yuvalar yıkılıyor, binlerce insan batıya göç ettiriliyor, binlerce kız çocuğu evlatlık veriliyor… Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa böyle bir literatür varsa, ben özür dilerim, diliyorum…”

2009 yılına girerken Türkiye’yi yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemeyeceklerini görmeye başladıklarını zannetmiş ve ilk defa geleceğe dair iyimser duygulara sahip olmuştuk.

2009’u takip eden birkaç yıl boyunca hiç de hayırla yâd etmeyeceğimiz çok acı olaylar ve çok sayıda insan kayıpları da yaşandı. Öyle ki, 28 Aralık 2011 günü Roboski’de 34 insanımızın hava kuvvetleri uçakları tarafından katledilmeleri bile çok üzücü ve umut kırıcı bir hadise olmasına rağmen, yine de yakın geleceğe dair iyimserliğimizi korumaya çalıştık, çünkü artık bir şeylerin eskisi gibi gitmemesini ve değişmesini istiyorduk.

Nitekim Roboski katliamından bir yıl sonra devlet ile Öcalan arasında silahların susturulması için bir diyalog başladı ve iyimserliğimizin de boşa çıkmadığını gördüğümüzü zannettik. Ne yazık ki yine bir sonuç alınamadı ve bugün geldiğimiz nokta pek iç açıcı değil.

Çok uzun değil, sadece 10 yıl önceki bir yılbaşı günü başlayan ve yıl içerisinde de devam eden bazı gelişmelerle ilgili birkaç anekdot aktarmaya çalıştım. Ne var ki son 4 yıl içerisinde öyle ters dönüşler, gerilimler ve geri adımlar yaşadık ve öyle bir ruh haline girdik ki, aktardığım ve birebir içinde yaşadığımız gerçekler, sanki hiç yaşanmamış ve hayal mahsulü şeylermiş gibi hafızalarda kaldı.

Bugün yeni bir yıla başlarken önceki iyimserliğimizden hiçbir eser kalmadı. Oysa toplumumuza güzel günler görebileceğimiz bir dünya ihtimalinden söz etmeyi güzel dileklerde bulunmayı isterdim.

Her şeye rağmen, en kötü günlerin geride kalarak, yeni yılda tüm okuyucularıma, dost ve arkadaşlarıma sağlık ve mutluluklar diliyorum...

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.