Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz

Kurd24

Leyla Güven, 31 Ocak 2018 tarihinde HDP Urfa Milletvekili iken tutuklandı. 24 Haziran Genel Seçimlerinde Diyarbekir’de tutukluyken aday gösterildiği Hakkâri’den yeniden milletvekili seçildi. Güven, yeniden seçilmesi üzerine mahkemeye başvurarak tahliye talebinde bulundu, 29 Haziran tarihinde mahkeme de talebe uygun olarak tahliye kararı verdi. Ancak Diyarbekir Savcılığı’nın itirazı üzerine tekrar tutuklanmasına karar verdi.

Hala Diyarbakır Cezaevi’nde tutuklu bulunan Güven, tutuklanmasının üzerinden 9 ay geçtikten sonra 7 Kasım’da, ne hikmetse kendi tahliye kararının uygulanmamış olmasına ve kendi tutukluluğunun hukuksuzluğunu bir tarafa bırakıp, sanki yeni bir durummuş gibi, ‘PKK lideri Abdullah Öcalan’a ve cezaevlerindeki siyasi tutuklulara yönelik tecrit uygulamalarını protesto etmek’ için tek başına süresiz olarak açlık grevine başladı.

Ardından Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Eş Genel Başkanı Sebahat Tuncel ve 14 arkadaşı Güven’e destek amacıyla 1 Aralık’ta 10 günlük açlık grevine gittiler. 4 Aralık günü de HDP’li 10 milletvekili, HDP’lilere yönelik gözaltılara kayıtsız kalmamak ve açlık grevindeki tutuklu milletvekili Leyla Güven’le dayanışmak için Meclis’te iki günlük açlık grevi eylemiyle desteklerini açıkladılar. Medyadan takip edebildiğimiz kadarıyla da bu eylemlerini yaygınlaştırmak istiyorlar.

Türkiye’de bütün cezaevleri Adalet Bakanlığı’na bağlıyken sadece İmralı için özel bir statü uygulandı ve 2010 yılına kadar hükümetlerin kontrol ve inisiyatiflerine imkân verilmeyerek, Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu ağırlıklı olarak faaliyette bulunan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi tarafından yönetilip kontrol edildi. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği günden itibaren tek kişilik bir ceza infaz kampına dönüştürülen İmralı Adası, kimi zaman Öcalan’ın sağlık sorunları, kimi zaman kaldığı koğuşun hacmi ve alanı, kimi zaman hücre cezası gibi gerekçelerle hemen her dönemde problem konusu oldu.

Bugüne kadar hiçbir şekilde katılmadığım politik düşünce eylemlerine rağmen Öcalan’ın idam edilmesine karşı çıktığım gibi, kanunlarda yazılı olan haklarından mahrum bırakılmasına veya kısıtlanmasına da daima karşı olduğumu öncelikle belirtmek isterim.

Yargılandığı madde kapsamında İdam cezası verilmesi üzerine, Ceza Kanunu’nda alelacele bir değişiklik yapılarak idam cezası kaldırıldı ve yerine “ağırlaştırılmış müebbet” denilen Öcalan’a özgü özel bir ceza maddesi hükmü konuldu. Ceza infaz kanununda hükümlüler için öngörülmüş genel haklardan yararlanması yerine, devletin dönemsel olarak farklılaşan politikalarına uygun bir şekilde ya bazı haklar sağlandı ya da abartılı kısıtlamalara gidildi.

Kanunlar değil de keyfilik söz konusu olunca da sık sık aynı meselelerin gündeme gelmesi kaçınılmaz bir hal oldu. Avukatları ve yakınları her hafta Gemlik’ten geri çevrilerek Öcalan’la görüştürülmüyorlar. Ya “Hava şartları uygun değil” ya da “Tekne arızalı” deniliyor. Ama şunu da sormadan edemiyor insan: Peki bu tekne neden hep avukat görüşme günlerinde arızalı ve neden tekne arızalı olmadığı zamanlarda da hep hava şartları ulaşıma elverişli olmuyor? Ayrıca böylesi şartlarda adada görevli bulunan yüzlerce personel ne yiyip içiyor ve nasıl her gün gidip gelme imkânlarına sahip olabiliyor?

Son olarak Öcalan 3 seneyi aşkın bir zamandır yakınları ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. Tabii devletin böylesine mantık ve hukuk dışı uygulamaları sürdükçe de Öcalan’a bağlı olduğu hiç de sır olmayan taraftarlar arasından birileri de çıkıp, tecrit şartlarının sona ermesi için birtakım eylemlere girişebiliyor, açlık grevine gidebiliyorlar.

Hatırlanacağı gibi 12 Eylül 2012’de yine Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması gerekçesiyle PKK/KCK/BDP davalarından 700 civarında tutuklu insanın cezaevlerinde başlattıkları açlık grevleri, 17 Kasım 2012’de Öcalan’ın yaptığı çağrı ile sona erdirilmişti. Hemen ardından da adına Çözüm ve Diyalog süreci denilen yaklaşık 3 yıllık bir dönem yaşanmıştı.

Söz konusu sürecin sona ermesi ve devletin Kürt barışını ve demokratikleşme hedefini gündemden kaldırması, hiçbir zaman kendi başına karar verme inisiyatifine sahip olamayan HDP için de sıkıntılı günler yarattı. Gerek parti tabanını harekete geçirecek bir liderlikten mahrum bırakılması, gerekse epey zamandır yaşanan operasyonlar ve tutuklanmalar, partinin görünürlüğünü olumsuz olarak etkilemekte. 

Tayyip Erdoğan ve AK Parti yönetiminin 4-5 yıl öncesinde BDP/HDP ile neredeyse koalisyon ortağı gibi yakın ilişkiler kurduğu bir dönem geçirmiş olmalarına rağmen, kendilerinin de katılıp yüzde 50 oy aldıkları bir genel seçimden yüzde 10 oy alarak çıkmış bir partinin meşruiyetini kabul etmemesi ise başka bir olumsuz faktör.

Mevcut yasalara ve Türkiye’nin imzalayıp kabul ettiği milletlerarası antlaşmalara göre tutuklu ve hükümlülere tanınmış hakların devletçe ihlali edilmesi halinde neler yapılması gerektiğine elbette partinin yetkilileri karar verir. Ancak içerisinde yaşadığımız süreçte çok daha aktif politikalar üretmek mümkün olduğu halde, sanki yapacak hiçbir şey kalmamış gibi davranarak, Öcalan’ın tecrit koşullarının kaldırılması bahanesiyle açlık grevlerine gitmek, bir politika değildir ve siyasi bir sonuç elde edilebilmesi de oldukça zor ve hatta imkânsız gibidir.

Mevcut şartlarda yaşamaktansa ölüm orucuna giderek sonuç almış eylem örnekleri vardır ve bazı özel durumlarda bu hala mümkün. Ama henüz 6 ay bile geçmemiş bir genel seçimle parlamentoya seçilmiş insanların böylesi eylemlere başvurmalarının mantığını anlamak mümkün değil. Eğer HDP yöneticileri parlamentoda ve legal politikada bir şey yapacak güçleri kalmadığına inanıyorlarsa ve cesaretleri de varsa, meşru zeminlerde kalarak o parlamentodan topluca istifa edip çekilmeleri bile açlık grevlerinden çok daha etkili ve sonuç alıcı bir eylem olabilir.

Elbette önder olarak kabul ettikleri Abdullah Öcalan’ın devreye girmesi kendileri için bir ideal olarak düşünülebilir. Ne var ki Öcalan’ın devreye girmesi de tek taraflı bir kararla mümkün değil. Keza Öcalan’ın kendi pozisyonuna ve siyasi düşüncelerine dair değerlendirmelerinin ne olduğunu da devletten başka bilen yok ve düşünceleri de fiilen bir devlet sırrı kapsamına alınmış vaziyette.

2012’de cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri, Öcalan’ın devreye girmesi ve şüphesiz ki dönemin hükümetinin de adımlar atmaya istekli gözükmesiyle birlikte bazı politik sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Ama şimdi o eylemin tekrarını veya benzerini denemek yazı başlığında da belirttiğim gibi bize, 2500 yıl önce yaşamış Efesli Heraklitos’un “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” sözünü hatırlatmaktadır. Pervin Buldan’ın 30 Eylül günü Mersin kongresinde konuşurken yaptığı, "Bu krizin esas nedenlerinden biri de İmralı Cezaevi’nde bulunan Sayın Öcalan üzerindeki tecrittir" yorumuna gülüp geçilebilir. Ne var ki Öcalan’a uygulanan tecridin kalkması, doğru politikalar üretebileceğine ihtimal vermesem de Kürt taraftarlarında öfkeyi azaltabileceği gibi, örgütündeki krizin hafifletilmesinde önemli bir etki yaratabilir.

İyi haftalar diliyorum.

NOT: Eski HADEP Genel Başkanvekili avukat ve yakın dostum değerli insan GÜVEN ÖZATA, 8 Aralık 2018 günü erken bir zamanda hayata veda etti. Tüm dost ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.