Acının zamanı uzamaz, derinleşir

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevindeki işkenceleri anımsıyorum: İşkencenin yapıldığı gün acı çekiyordum, işkenceye ara verilen gün, mutlu olduğumu hatırlamıyorum
Hafıza
Hafıza

Derler ki, “İnsan acı çektiğinde zaman aslında uzamaz; derinleşir.” Acı anında zamanın sanki duruyor gibi algılanması, işte bu derinlik duygusu yüzündendir. Acı derinleştiği içindir ki bedenimiz ruhumuza yalvarmaya başlar. Acı anında, bedenin zaman algısı körelir, ruh adeta bir seyirci gibi, bedende açılan yaraların derinliğini ölçer ve gördüğü şeyden etkilenerek ya bedenin davetine olumlu cevap verir ve teslim olur ya da derinliği mutlulukla mukayese ederek, mutluluk adına direnmeyi seçer. Ama ruhun seçimi ne olursa olsun, her zaman bedende oluşan yaralardan, daha büyük yaralar edinerek, yaralı bir ruh olarak, acının izlerini taşır. Beden yaraları birer işaret gibi varlıklarını korurken, ruhun aldığı yaralar bir kimliğe dönüşür. Ruhun acı karşısındaki tavrı, bedeni korumak değil, bedene, zamanı unutturmaktır. Bedenin mekanla ilişkisini koparmak, ruhun ilk ilacıdır.

Bedenin mekanla ilişkisini kesmek, bedenin zamanla ilişkisini zayıflatmak anlamına gelir ki, bu durum, ruhun, bedene teskin edici hikayeler anlatmasına imkân tanır. Ruhun hikâye dağarcığı ikinci ilaçtır. İyi bir hikâye anlatıcısı, acının aklını çelebilir. İyi hikayeler acılar arası mesafeyi ortadan kaldırır ve onları belirli bir seviyede eşitler. Acı, mekânsız ve yönsüz şekilde, her hikâyenin kahramanı olur ve zaman kavramını unutarak, derinleşen acıya karşı duyarsız hale gelir.

Derler ki, “Acının olmadığı yerde mutluluk vardır” kısaca acı yoksa mutluyuz. Öyle miyiz gerçekten? Acıdan arındırılmış bir hayat otomatik olarak mutluluğu garanti edebilir mi?

Diyarbakır 5 No’lu Cezaevindeki işkenceleri anımsıyorum: İşkencenin yapıldığı gün acı çekiyordum, işkenceye ara verilen gün, mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Elbette bana işkence edilmesini istemezdim, işkence etmedikleri gün bedenim ve ruhun daha dingindi. Ruhumdan aldığım güçle bedenimde oluşan yaraları iyileştirmeye çalışırdım. Deve Geçidi’nde sorgucular karşısında, aynı duygu zihnimi terk etmezdi.

Beni iyi tanıyanlar bilirler, o zamanlar çok utangaç biriydim. Konuşurken ellerimi nereye koyacağımı bilmez, sesimin titremesine engel olamazdım. Hem heyecanımı hem de heyecanlanmamın nedeni olan utangaçlığımı bastırmak için çok büyük çaba sarf ederdim.

12 Eylül günlerinde sorgucuların sorunlarını yanıtsız bırakmamın nedeni asil bir ruha sahip olmam değildi; kesinlikle utanmasını bilen bir ruha sahip olduğum içindi. Bir şey itiraf etmem gerekirse, şunu söylemek isterim: O zamanlar kendimi hiç beğenmez, kocaman burnumla dünyanın en çirkin insanı olarak görürdüm kendini, öyle algılardım.

Sorgucuların her sorusunu, arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakarım sorusuyla karşılardım. Barikatım bu duyguydu. Her soruya karşı ördüğüm set bundan ibaretti. Bilginin, tecrübenin bir işe yaradığını da sanmıyorum. Öyle olsa bile henüz 20 yaşında toy bir delikanlıydım. İyi bir eğitim aldığımı anımsamıyorum ve çok etkileyici tecrübeler de henüz yaşamış değildim.

İçimdeki en derin şeyle, acının en derin yanıyla yüzleşmek ve karşı koymak belki de benim şansım olmuştur. Demek ki beni mutluluğa bağlayan şey utanma duygum olmuş. Eğer utanılacak bir şey yapmamışsanız, yarı mutlu sayılabilirsiniz. Çünkü utandıran bir boyun eğiş, gerçek mutsuzluklardan biridir.

Acı ne kadar derinse, içimizdeki en derin şey, o acının panzehridir.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.