İki Türkiye

Kurd24

 “…Bir Türkiye" yaratılması, Cumhuriyet döneminde bir "dönüştürme" işlemi olarak algılanmıştır. Bu yaklaşım, "İki Türkiye"nin ancak onu oluşturan kutuplardan birisinin "dönüştürülmesi", diğerine benzetilmesi, direnenlerin marjinalleştirilmesi ve gelecek "nesiller"in yoğrulması ile yaratılabileceğini savunmuştur…”  (“İki Türkiye” nasıl ayrıştı ve kutuplaştı?” M. Şükrü Hanioğlu, 30 Temmuz 2017, SABAH)

Geçen haftaki yazımı bitirirken, Tayyip Erdoğan’ın yeni müttefikler edinerek Türkiye’de ikinci Cumhuriyet’i kurmakta olduğundan söz etmiştim. Birincisinin kuruluşuna önderlik eden Mustafa Kemal’di. İnşa süreci devam eden ikinci Cumhuriyet’in ise Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde kurulmakta olduğunu düşünüyorum.

27 Mayıs Cuntası, 10 yıllık Demokrat Parti döneminde Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin sona erdirildiğini düşünerek, gerçekleştirdikleri askeri darbenin bir devrim olduğunu ilan ederek başlattıkları yeni dönemi kısa bir süre için ikinci Cumhuriyet olarak ifade etmişlerdi.

1990’lı yılların başlarında da birtakım aydınlar mevcut rejimle günümüz Türkiye’sinin yönetilemeyeceğini ve artık yeni bir cumhuriyete ihtiyaç duyulduğunu ileri sürdüler. Oysaki gizli bir Anayasa (Kırmızı Kitap) ile tesis edilmiş olan vesayet sistemine göre, iktidar, sokağın seçtiği sivil politikacılara bırakılmayacak kadar ciddi bir iş olarak düşünülmüş, cumhuriyetin ruhunun ve iktidarın el değiştirmesinin önüne ciddi engeller konulmuştu. Türkiye’de hükümet olmakla iktidar olmak aynı şey değildi.

Hükümetler, sınırlı yetkilere sahip olarak, gündelik hayata dair bazı rutin faaliyetleri yerine getirirlerdi. Bazen ölçüyü kaçırdıklarında da, duruma göre, ya darbeyle devrilirler, ya da müdahale ile ayar verilirdi. Bu nedenle partiler siyasette farklı görüşlere sahip olsalar da iktidarı değil hükümeti ele geçirme yarışı içerisinde olurlardı. İktidar olmak için adeta bir devrim gerekirdi. Siyasi kültürümüz, devrim denince devleti ele geçirmek ve yeniden inşa etmek biçiminde şekillenmişti. Bunun da ancak darbelerle gerçekleşebileceği düşünülürdü.

2002 seçimlerinde yüzde 10 seçim barajı nedeniyle birkaç partinin parlamento dışında kalması sonucu AK Parti’nin büyük bir parlamento çoğunluğu sağlayıp tek başına hükümet kurması, kutsal addedilen cumhuriyetin kendilerine emanet edildiğini düşünen vesayetçi yapıların, öngörülmeyen bir telaşa ve tedirginliğe kapıılmasına yol açtı.

2004-2005 döneminde hazırlıkları yapılan birkaç darbe teşebbüsü etkisiz kalmıştı. 2007 baharında düzenlenen Cumhuriyet mitingleri ve cumhurbaşkanlığı seçimi için uydurulan 367 oy krizi de sonuç vermediği gibi 27 Nisan e-muhtırası ile hükümetin ve meclisin geri adım atması beklenirken, kimse şapkasını alıp gitmedi. Aksine erken seçim kararı ve anayasa değişikliğiyle hodri meydan diyen bir politik direniş ortaya çıktı.

Bu süreçle birlikte, vesayetçi rejimin geriletilmesi yönünde bazı mesafeler alınmaya da başlandı. Önceki yıllarda pek rastlanmayan birtakım reformlar gerçekleşti. Ergenekon davaları, Demokratik Açılım, Kürt Açılımı, Dersim Katliamı Özrü, TC vatandaşlığının yeniden tanımlanması tartışmaları gibi Türkiye’nin daha önce yaşamadığı şeyler yaşandı.

Birçok engelin geride kaldığı zannedilip, artık Öcalan ve PKK yöneticileriyle bile açık bir şekilde diyaloğun yaşandığı, demokrasi ve insan hakları inşası için ciddi birtakım engellerin aşıldığı bir döneme gelindiği düşünülüyordu. Akil İnsanlar heyetleri Türkiye’nin dört bir yanına dağılıp yeni bir Türkiye’nin inşası için toplum içerisindeki gerginlikleri ve endişeleri bertaraf etmeye çalışıyorlardı.

Tam da her şeyin yolunda gittiği düşünülen bir zamanda, 31 Mayıs 2013’te Gezi Parkı olayları patlak verdi. Tayyip Erdoğan, önceleri atlattığı tehlikelerin tersine, bu kez kendisi için ciddi bir dış tehdit algısına kapıldı ve sert tedbirlere başvurdu. Birkaç ay sonra ise 17 - 25 Aralık 2013 hadiseleri patladı. Gelişmeler karşısında Erdoğan eski müttefiklerine savaş ilan ederek yeni müttefikler edinmeye yöneldi.

Elbette ki bulunan yeni müttefikler, eski rejim savunucularıydı ve kendisinin iktidarda kalmasına destek vermeyi benimserken, bazı talepleri de olmalıydı. Öncelikle bir tür paralel devlet yapısı haline gelmiş olan eski müttefik Fethullahçıların başta mahkemeler ve emniyet teşkilatı olmak üzere devlet içerisinde inisiyatif sahibi oldukları kurumlardan tasfiye edilmeleri sağlanmalıydı. Balyoz ve Ergenekon Davaları derhal sona ermeli, demokratikleşme ve Kürt barışı meselesi artık terk edilmeliydi.

Elbette Fethullahçıların tasfiyesi birkaç günde halledilecek bir şey değildi. Ama Balyoz ve Ergenekon davalarına derhal el atılarak sanıkların tümü tahliye edildi. Haziran 2015 seçimleri sonrasında da zaten neredeyse bitirilmesi için bahane aranan Kürt barışı temasları bitirilerek yerini savaşa bıraktı. Bu konuda geçmişte çok şey yazdığım için şimdi burada ayrıca uzun uzun yazmak istemiyorum. Ardından da Tanrı’nın bir lütfu olarak kabul edilen 15 Temmuz 2016 vakası patlak verdi ve gerek devlette, gerekse sivil alanda büyük tasfiyeler gerçekleşti; keza hapishaneler de dolup taştı. Hedeflenen yeni yönetim biçimi Başkanlık Sistemi veya Tek Adam rejimi için oldukça elverişli şartlar da ortaya çıkmış oldu.

Türkiye’de yüz yıldır sürmekte olan cami ile kışla mücadelesi, esas olarak, birinin iktidarı ve devleti ele geçirmeye çalışması, diğerinin de iktidarı elinde tutması biçiminde süren bir serüvendi. Bu minvalde devleti ve iktidarı elinde tutan birinci Cumhuriyet’in Mustafa Kemal önderliğindeki kışla ekibi, kurduğu vesayet sistemi sayesinde iktidarını kesintisiz olarak 70 sene boyunca korumayı başardı. Kemalist rejim, iktidarı boyunca diğerini tamamen yok etmeye dönük bir politika izlediği için, iktidarını cami ekibine kaptırması halinde de kendisini yok edeceklerine inandı.

Mustafa Kemal’e nazaran çok daha büyük bir kitle desteğine sahip olan Tayyip Erdoğan liderliğindeki ikinci Cumhuriyet kurulduğunda ise, Kemalist rejimin yıllarca aldığı tedbirlere ve yaşadığı korkulara rağmen umulan tehlikeler gerçekleşmedi. İç ve dış konjonktürün ve tarihsel şartların da zorunlu kılmasıyla, kurulmakta olan yeni rejime geçişte eski rejim savunucularının tamamıyla olmasa da hiç değilse bir kısmıyla uzlaşma yolu seçildi. Askerler de yeni rejimin inşasında, iktidarın önemli bir ortağı olarak sürecin başlıca aktörlerinden biri olarak kalmayı başardılar.

Geçtiğimiz 2017 yılı 5 Ağustos akşamıydı. Hemen her konuda fikir sahibi olan ve özellikle kendilerinden akıl sağlımızı korumaya çalıştığımız bazı “seçkin” kişilerin değişik başlıklarda da olsa hep aynı şeyleri söyledikleri TV programlarından birinde CHP Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı ile AK Parti eski MKYK üyesi Ayhan Oğan tartışıyorlardı.

Oğan’ın,  “…Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz, beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan’dır” sözleri üzerine Atıcı, “Ne demek yeni devlet? Mevcut devleti yıktınız mı?” sorusunu sordu. “Yapılan YAŞ toplantısı yeni bir Türk Silahlı Kuvvetleri'nin inşasıdır. Biz vesayet düzenini yıktık. 15 Temmuz'daki devlet içerisindeki odaklanmış bütün vesayet mekanizmaları darmadağın oldu. Bürokratik oligarşinin hâkim olduğu devlet sistemi bitmiştir. Şimdi halkın doğrudan belirlediği bir sistem geliyor. Bunun kurucu lideri de Recep Tayyip Erdoğan'dır. Siyasi görüşünüz ne olursa olsun, temel bir kimliği vardır 15 Temmuz'un. O kimlik de milli ve yerli kimliktir. Yeni kurulan oluşumun misyonu ve vizyonu da budur” cevabını verdi.

Hani bir söz vardır, “Söyleyene değil, söyletene bak” derler. Ayhan Oğan bu itirafıyla birkaç gün için medyada hedef gösterilmiş olsa da aslında bir gerçeği de net olarak ifade etmişti.

İyi haftalar diliyorum.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.