Hiç anlaşamayan grupları birleştiren tek şey Kürtlerden duydukları kaygıdır

Prof. Dr. Doğu Ergil
Doğu Ergil
Doğu Ergil

ANKARA (K24)

Siyaset Bilimci Prof. Dr. Doğu Ergil, 90’lı yıllarda Kürt sorununun “yerli ve milli” olduğunu, şimdi ise uluslararası bir boyuta ulaştığını söyledi.

Türkiye’deki yönetimlerin Kürtlerin dil ve kültür taleplerini hiçbir zaman kabul etmediklerini belirten Prof. Dr. Doğu Ergil, “Türkiye’de hiç anlaşamayan grupları birleştiren tek şey Kürtlerin varlıklarından ve taleplerinden duydukları kaygıdır. Bu hala böyledir. Bu da çözümsüzlüğü besliyor” dedi. 

Prof. Dr. Ergil, Türkiye’de bir sistem sorununun var olduğunu, hukuk normlarından çok uzaklaşıldığını belirtti.

Ergil gündeme dair K24’ün sorularını yanıtladı:

1990’da ‘Kürt sorunu’ raporunu hazırlayan biri olarak, devletin o yıllar ile bugünkü yaklaşımı arasında nasıl bir fark görüyorsunuz?

O zamanlar, mono tabirle Kürt sorunu yerli ve milli bir sorundu. Dedim ki ‘Bu bizim sorunumuz biz bunu çözelim yoksa Kürtlerin bölge coğrafyasındaki yayılmış haliyle bu iş uluslararasılaşır. Uluslararasılaştıkça bizim etkimizle çözüm kabiliyetimiz yok olur.’ hiç kimse ya anlamadı ya da ilgilenmedi.

Şimdi Kürt sorunu uluslararası bir boyut mu aldı?

Evet, şimdi bu oldu. Araştırmalarda karşılaştığım büyük olgu şuydu; Kürtler dışarı gitmek istemiyor, ayrı bir devlet istemiyor, Kürtler içeri girmek istiyor. Yani dışlandıkları sistemde bir yer bulmak istiyor. Ama bunu kendi etnik kimlik ve kültürleriyle yapmak istiyor. Türk çoğunluk ve o çoğunluğu temsil eden yönetimler, bak yönetim demiyorum yönetimler diyorum, buna hiçbir zaman razı olmadılar. Kürtleri kültürel kimliği ve diliyle hiçbir zaman kabul etmek istemediler. Halen devam ediyor. Türkiye’de hiç anlaşamayan grupları birleştiren tek şey Kürtlerin varlıklarından ve taleplerinde duydukları kaygıdır. Hala bu böyledir. Bu da çözümsüzlüğü besliyor.

Siz daha önce Kürt sorunu 5 yılda çözülür demiştiniz. Halen aynı fikirde misiniz?

Ben, Türkiye’nin Kürt sorununu çözebileceğine inanıyordum, gerek akademik gerekse akil insanlar heyetinde yer alarak elimden geleni yaptım ama şimdi birtakım adamlar ‘Bak akil insanlar heyetinde yer aldın, hain, dönek’ diyerek her türlü ithamlarda bulunuyorlar. ‘Sizin yüzünüzden bu günlere geldik’ diyenler de var. 

Siz ne diyorsunuz onlara?

Ben de diyorum ki ‘Ulan ne kadar güçlüymüşüm de bu Türkiye’yi bu hale getirmişim.’  Öyle işte yani bağnazlık, yobazlık sadece hani inanca dayalı bir tutum değil. Bal gibi laikler de çeşitli partilere dağılmış olan kendilerini ilerici, devrimci filan görenler insanlar arasında da yaygın. Türkiye’de bağnazlık ve yobazlık maalesef yaygın bir durum. Herkes kendi görüşünün ötesindekini lanetliyor, dışlıyor ve kendisinde yalnız bırakıyor. O yüzden ortak bir program oluşturamıyoruz.   

Türkiye’de 2013 yılında kaldırılan öğrenci andının yeniden gündeme gelmesinin arkasında ne var sizce? 

Ben, bunu Türk politikasının bir sığlığı olarak değerlendiriyorum. Bu ant gençleri, insan haklarına, hukuka birbirlerine karşı sorumlu ve iyi olmaya çağıracağına Türklük üzerinden bir varlık belirtimi ve o varlığına da işte bir etnik kimliğe armağan edeceğini söylemek çok çağdaş bir şey değil, ırkçı bir söylem bu. Ama şöyle bir yol var; mesela bayrak hepimizin ortak simgesi. Şimdi o bayrağı Türkiye’de bir kesim başka bir kesime karşı sallayabiliyor. ‘Ben seni yeterince Türk görmüyorum ve sana karşı yürüteceğim bir mücadelede Türklük bayrağı altında toplatırım ama sen gerekirse yeşil bayrak altında veya ortasında güneş bulunan üç renkli bayrak altında toplatırsın’ türünden simgesel bir ayrışma ve mücadeleci görüntüsüdür bu. Şimdi bu ‘ant’la da kendisini Türk olarak ama bu Türklüğü siyasal bir Türklük olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin ortak kimliği olarak değil, etnik kimliği olarak Türk olarak tanımlıyoruz. Ne yazık ki böyle tanımlıyoruz. O yüzden bunun üzerine bir tanımlanma denilebiliyor. İşte laik Türkler ile İslamcılar arasında bir ayrımın simgesi haline geliyor. Ve bir ortaklık belgesi olmaktan uzaklaştı. Ne kadar yazık bir şey bu. Biz ortaklıkları kaybettikçe ayrışmayı daha da derinleştiriyoruz.

AK Parti son dönemlerde bazı kongreler düzenledi. Bunlar bir erken seçim belirtisi mi sizce?

Seçim olacak ya da olmayacak şeklinde benim bir kanaatim yok. Ama bu hazırlıklar bir erken seçim olasılığını güçlendiriyor. Olabilir mi olamaz mı, olabilir.

Sizce iktidar hangi durumda hemen seçime gider? 

Hükümet, kendisine yeterince bir avantaj sağladığını ve MHP ile birlikte oyların çoğunluğunu sağlayabileceğine inandığı an seçime gider.

Bu üstünlüğü ne zaman ve hangi durumlarda ele geçirir?

HDP’yi kapatarak mı yapar, insan hakları konusunda hukuktan uzaklaşmanın kendisine bir şey sağladığına inandığı zaman mı yapar bilemiyorum. Ya da bir dış çatışmanın kendi oyununu yükselteceğini düşünüp böyle bir durum mu yaratılır göreceğiz.

HDP’ye kapatma davası açıldı, AK Parti ile MHP’nin amacı HDP’yi kapatmak mı, yoksa alanını mı daraltmak istiyorlar? 

İkisi de. Kapatmak dediğin bir partiyi kapatmak değil aslında. O partinin seçimlerde kendisine çoğunluk sağlamasını engelleyecek etkisini yok etmek istiyor. Bu etkiyi önderlik kadrosunda olanların hepsini siyaset dışına itilmesiyle yapılır, parti kapatmakla sağlanır, yoksa bütün Kürt siyasal hareketinin kriminalize ederek suçlu durumuna düşerek mi sağlanır? Bunların her biri tek başına önemli değil, hepsi önemli, ama amaç HDP’nin bugünkü hükümeti seçimlerde avantajsız duruma düşmesini engellemek.

Parti kapatma durumunun Türkiye’ye yararı mı var yoksa zararı mı?

Bütün bunların hepsi küçük oyunlar. Büyük oyun Türkiye’nin başarısıdır, ilerlemesidir. Şimdi bunları sağlamıyorsa o zaman o ne düşünür, bu ne düşür hiç önemi yok. Türkiye kaybeder. Çok açık ki HDP’nin kapatılmasının Türkiye’ye bir faydası yok.

Türkiye’de partiler üstü bir sorun mu var yoksa bir devlet sorunu mu?

Türkiye’de kişilerden ve partilerden daha büyük bir problem var. Türkiye’de bir sistem sorunu var. Mesela hukukla çok oynandı. Hukuk normlarından çok uzaklaşıldı. Anayasa Mahkemesinin kararları dinlenmiyor alt mahkemelerce. Hukukta böyle bir şey olmaz. Bu bir anormalliktir. Ya da Anayasa Mahkemesinin üyeleri hükümetin verdiği kararları aynen onaylıyor. Hukuk normlarının dışında onaylıyor kararları. Normal olmayan bu. Yani bütün kurumlar ve değerler birbirine karışmış ve yuvasından çıkmış durumda.

‘Yuvasından çıkmış’ ne demek?

Yani yuvasından çıkmış demek kapı pervazından çıkıyor, pencere menteşesinden çıkıyor, çivi kapanmaz. Sistemde inanılmaz bir arıza var. Bu arızada dış politikaya yansıyor, ekonomiye yansıyor, ondan sonra insanların günlük hayatına yansıyor. Ve böyle giderek memnuniyetsiz bir çoğunluk yaratıyor.

Türkiye’de bir süredir Merkez Bankası’nda başkan değişimleri gündemde. Bu da ekonomi, döviz ve piyasaları etkiliyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye modern ekonominin gerektirdiği dönüşümü gerçekleştiremediği için hep geriledi ve sonunda tabii bir ekonomi haline geldi ve bundan kurtulamadı. Siyaset hep ekonominin önünde tutuldu. Ekonomideki eksiklikler gelir ihtiyacı hep borçla karşıladı. 1940’lara kadar Türkiye dışarıdan çok az borç alarak denk bütçeyle ekonomisini sürdürmeye çalıştı. Fakat ondan sonra üretemediği için bundan da tasarruf yapamadığı için bundan da yeteri kadar yatırım yapamadığı için yine borçlanmaya başladı. O borç artık çevrilemeyecek düzeye geldi. Çevrilemiyor ve dışarıdan bu kadar borç alan bir ülkenin ekonomisinin düzenlemesi ve bunu sürdürmesi mümkün değil. O yüzden Türkiye kendi ekonomisine hakim olamıyor. Olay bu.

Türkiye’nin yeni ABD başkanıyla ilişkilerinin nasıl olacağını bekliyorsunuz? Nitekim Erdoğan Biden’dan telefon bekliyor, bir yandan da Rusya var. 

Joe Biden, dünyanın en güçlü ve en büyük devletin başkanıdır. Böyle önderlikler Türkiye gibi güvenlikte, ekonomide ve daha birçok sorunu olan Ortadoğu’daki gerilimlerde taraf olan bir ülkenin dünyanın en güçlü ülkesinin lideriyle arasının iyi olması, onun desteğini alması önemli. Türkiye, ABD’de bu desteği görmediğinde Rusya’ya yönelme eğilimde. Ama Rusya’nın kendi gündem olduğu bu müttefiklikmiş gibi durumlarda hiç taviz vermeyeceği görüldü. Şu an Suriye’de de Türk askerlerinin bulunduğu bölgeyi rahatlıkla bombalayabiliyor. Ve bunun için de bir hesap mesap sorulmuyor. Hiç olmazsa ABD kendisini dünyaya karşı sorumlu hissettiği için bu hesap Amerika’ya sorulabiliyor. Ama Rusya’ya sorulmuyor. Türkiye, Rusya ile kalıcı, eşit bir ittifak yürütemeyince anlaşıldı. O yüzden ABD’den yakınlık bekliyor Türk hükümeti.

Avrupa Parlamentosu, 11 Mart tarihli “Suriye çatışması-Ayaklanmanın ardından 10 yıl sonra” başlıklı karar tasarısında, Türkiye'nin Kuzey ve Doğu Suriye’deki varlığı “işgal” olarak tanımlanarak, askerleri çekme çağrısı yapıldı. Türkiye çıkar mı? 

Türkiye tüm uluslararası söylemlerinde ‘komşularının içişlerine karışmamayı ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü kabul etme’ tavrını sergiliyor. Bu söylemlerine rağmen biz Suriye’deyiz. Yani söylemlerimize uymayan bir tutum sergiliyoruz. Ama bir gün gelecek Türkiye çıkacak. Çıkmak zorundadır. Bunu ne siyasi olarak ne de ekonomik olarak sürdürebiliriz. Tabi çıkarken Türkiye’de ne kadar Suriyelinin yaşadığı hesabı da yapılacak. Biz hayırseverliğimizden dolayı Suriyelileri almadık. Bunun siyasi bir getirisi olacak.

Suriye politikasında ABD ile Türkiye’nin yol haritası halen aynı mı sizce?

Esad’ın devrilmesi konusunda ABD Türkiye ile aynı düşünüyordu. Hatta CIA aracılığıyla silahları getirip rejim aleyhtarı gruplara dağıtılması konusunda Türkiye Amerika’yla ortak hareket etti. Sonra ABD bundan vazgeçti.

Neden?

Çünkü ABD Esad’ın gitmesinin büyük bir kara delik oluşturacağını, bunun Ortadoğu’da umulmaz yaraları açacağını düşündü ve Türkiye yapayalnız kaldı. Yani orada Türkiye’ye bir haksızlık yapıldı. Ama Türkiye sürdürdü bu tavrını. O yüzden değişen konjonktürü Türkiye çok iyi izleyemedi. Çünkü duygusal olarak angaje oldu. Bu duygusallığın içinde bir Esad’ın devrilmesi ihtiras haline geldi, iki İslamcı bakış açısı oradaki Alevi (Nusayri) çoğunluğun altında olan kimlikleri öne çıkartarak onun üzerinden Ortadoğu’da bir egemenlik kurmak ve Suriye’yi de Türkiye’nin nüfuz alanı haline getirmek gibi bir stratejik derinlik denilen şeyin karşılığı da buydu. Bunların hiç biri de olmadı. Olmayacağı da anlaşıldı. Fakat Türkiye Batılılar gibi aniden manevra yapıp bu bataklıktan çıkamadı. Maalesef şu an çırpınıp duruyor.