Ruslara hoş geldin partisi, Kürtlere Kabotaj Bayramı

Kurd24

Bütün savaşlar ilk kılıç sallanmadan, ilk kurşun atılmadan çok daha önce başlamıştır ve çarpışmaların çıkardığı sesler sadece onu ilan etmenin bir yoludur. Bu, bir borazan sesinin ateşkes emrini içerdiği zamanlar için de böyledir. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı aslında 1914’ten çok önce, 1908’de İngiliz kralı ve Rus imparatorunun Reval’de görüşmeleriyle başladıysa, savaşın bitişi de 1918’de değil taraflar arasında birkaç yıldır yapılan gizli anlaşmalarla sağlandı.

İngiltere, Rusya ve Fransa’nın imzaladığı İstanbul (Mart 1915), İtalya’yı bu anlaşmaya dahil ederek bölüşümden ona pay veren Londra (Nisan 1915) ve çok daha yakından bildiğimiz Sykes-Picot (Mayıs 1916) anlaşmalarıyla genel çerçeve belirlenmiş ve sonraki açık anlaşmalarla bu mesele çözüme kavuşturulmuştu. Burada dikkati çeken temel husus aslında Reval görüşmelerinin içeriğinden de açıkça görüleceği üzere güçlerin bir sistemi oturtmak üzere bir savaşa giriştikleridir.

Yeni Soğuk Savaş ya da daha doğru bir ifadeyle Cold War 2.0 bir sıcak savaşa dönüşür mü bilmiyorum ama birkaç on yıl sonra geriye dönüp baktığımızda şu an içinden geçtiğimiz günlerde olanların bu savaşın dönüm noktalarını oluşturduğunu birlikte göreceğiz.

Zira ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’nın Hint-Pasifik bölgesinde doğrudan Çin’i çevrelemeyi amaçlayan AUKUS Paktı’nı ilan etmeleri aslında çok daha önceden başlamış bu savaşı başka bir merhaleye taşıdı. Çin karşısında nükleer enerjili denizaltı projeleriyle kılıç kuşandığını ilan eden bu girişim, uzundur NATO’nun ölümü üzerinden bir tragedya edebiyatı yapan ve ABD ile gelecek tasavvurlarının farklılığını anlatmaya çalışan Fransa’yı da bu bölgedeki oyundan uzaklaştırdı. Yeni Kaledonya yahut Fransız Polinezyası gibi Pasifik’teki topraklarda halen de güçlü bir askeri varlığa sahip Fransa’nın önce 2016’da Avustralya ile yaptığı denizaltı anlaşması iptal edildi ve ardından da İsviçre, Fransa’ya verdiği siparişleri geri çekerek yerine ABD’den savaş uçakları satın aldı.

Bu gelişmeler ülkeler arasındaki krizi derinleştirse de aslında tartışmalı bölgeler göz önünde bulundurulduğunda bu savaşın neticesinde oturtulması beklenen sistemin nasıl olacağına dair ipuçlarını da göz önüne seriyor. Örneğin Akdeniz ve Ege bölgelerinde bir süredir olanlar uluslararası sistemde bu bölgenin yeni biçimini neredeyse bir kesinlik ifadesiyle ortaya koydu. Doğu gaz havzasının bölüşümü ve en son Kıbrıs ile birlikte 8 devletin katılımıyla gerçekleşen Nemesis 2021 Tatbikatı, Akdeniz’in yeni durumunu gösterirken aynı şekilde ABD, Fransa ve Mısır ile Yunanistan arasında ayrı ayrı yapılan askeri işbirliği anlaşmaları da Ege’nin bu sistem içindeki konumunu netleştirmiş oldu. ABD’nin Türkiye-Yunanistan sınırının 40 km yakınındaki Aleksandrupoli (Dedeağaç) üssüne yoğun bir askeri güç ile konuşlanması sadece Batı’nın yeni sınırını değil aynı zamanda Akdeniz ve Ege’de birlikte çalışacak ülkelerin birliğini deklare etmiş bulunuyor: Türkiye bu iki alandan da uzaklaştırılmıştır.

Avrasya’daki stratejik noktaların durumunun hızla bir neticeye doğru evirildiği bu dönemde, Kürtler açısından uzundur önemine işaret ettiğim Karadeniz ve Boğazlar meselesi ise henüz tam anlamıyla açılmış değil. Önümüzdeki günlerde kesinlikle vukuu bulacak gelişmelerle burasının durumu da netliğe ulaşacaktır. İşte tam da bu merhale belirgin hale geldiğinde birbiri ile çakışık ve aynı zamanda iç içe geçmiş üç jeopolitik çekişmenin de dikkatle takip edilmesi gerekir: ABD-Çin, ABD-İngiltere ve İngiltere-Rusya.

Her ne kadar tıpkı Akdeniz ve Ege’deki gibi bir bileşen olarak dursa ve hatta Boğazlar meselesinde ev sahibi gibi görünse de Türkiye’nin bu güçlerden biriyle ortaya çıkarabileceği herhangi bir jeopolitik çelişki yoktur. Bu sebeple Türkiye, Kanal İstanbul projesinde de görüldüğü üzere iç politikayı yatıştırmaya yönelik tali meselelerde öne çıkabilmektedir. Zira bu mesele Birinci Dünya Savaşı’ndan bugüne devredilmiş bir sorun olarak ele alınacaktır. 1917’deki Ekim Devrimi ile dengelerin değiştiği ve Rusların savaştan çekilmesiyle akamete uğrayan tarih, yüzyıllık bir aradan sonra yeni soğuk savaş ile asıl mecrasına dönmekte ve kaldığı yerden devam edeceğinin işaretlerini vermektedir.

Birleşik Krallık, bir önceki yüzyılda Rusların güney kuşağını çevrelemek için Yunanistan’dan Hindistan’a kadar bir dizi devlet oluşturmuş ve ilerleyen zamanlarda Boğazları, Sovyetlere karşı Türkiye’ye tevdi etmişti. Bugün değişen koşullar, birazcık da ironik olarak Çin’in çevrelenmesi karşılığında Boğazlar’ın Türkiye’den alınarak Ruslara bırakılmasını zorunlu kılıyor.

Birinci Soğuk Savaş’ın en çetin yıllarında Sovyetlere karşı Çin’le uzlaşan ABD, bugün bu stratejinin tersini uyguluyor. Önceki yazılarımda Box in China olarak değindiğim Çin’in çevrelenmesi stratejisi sebebiyle ABD; Afganistan ve Nord Stream 2’de hem Avrupa’ya hem de İngiltere’ye karşı Rusya’yı önceledi. Suriye’de Ruslara alan açan aynı ABD, Rusların üç yüz yıldan fazladır jeopolitiklerinin hinterlandı olarak görülen Karadeniz ve Boğazlar’ı egemenliklerine geçirmelerine de kanımca göz yumacaktır. Bir süredir ilgisinin odağına Ukrayna’yı alan İngiltere’nin Boğazlar meselesine karşılık ABD’den ne alacağı ya da Boğazlar meselesinin İngilizler için yeni bir Süveyş Krizi mi olacağı ayrıca tartışılmalıdır. Avrupa Birliği, üye ülkelerinin farklı çıkarlarını korumaya dengelemeye çalışırken Türkiye ve Belarus üzerinden gelen göçmen tehdidi gibi kendisine karşı kullanılan büyük bir silaha maruz kaldığından daha önce Avrupa Bunalımına Virüs Etkisi başlıklı yazımda değindiğim üzere daha içe kapanık, korumacı, dengeli ve ABD yanlısı bir politika izleyecektir.

Son birkaç yıldır, de facto olarak devam eden ama hukuki olarak bir geçerliliği kalmamış Montrö Antlaşması’nın meşruiyetinin sürekli olarak gündeme geldiğiniz siz de fark etmişsinizdir. Bu krizin en önemli perdesinde o anlaşma yerine Rusların hâkimiyetine öncelik verecek uluslararası bir yönetimin Boğazlar’a dönüşüne yönelik hukuki bir belgenin oluşturulması kaçınılmazdır. Türkiye’nin Boğazlar meselesini ortaklaştırmak niyetiyle Çin’e sunduğu Kanal İstanbul projesinin ise en azından bu şartlarda akim kalacağı sonucunu, Çin’in son bir yılda çok büyük oranda düşürdüğü Türkiye’deki yatırımlarından çıkarabiliriz. Bugün ekonomik olarak sıkışan Türkiye, önümüzdeki günlerde kabotaj başta olmak üzere birçok alanda daha sıkıştırılacaktır. Dış politikadaki bu gerginlik Türkiye’nin askeri bir yönetime geçme olasılığı kadar tıpkı yüzyıl önce Kurtuluş Savaşında olduğu gibi Kürtlerle iyi ilişkiler kurmaya yönelmesine dair zorunluluk anlamına da gelebilir. Kürtler açısından ise bir fırsatlar döneminden bahsedilmelidir. 

Örneğin insan kaynağı ve zenginlikler ile Boğazlar bölgesinde güçlü bir etnik yapı arz eden Kürtler; yukarıda da bahsini açtığımız 1908’deki Reval Görüşmeleri’nin bir sonucu olarak yeniden ilan edilen Meşrutiyet ile birlikte Osmanlı’nın o zamanki başkentinde elde ettikleri bürokratik yükselişin aynısını günümüz İstanbul’unda da yakalayabilirler. Hatta bir üst hedef belirleyerek İstanbul ve Boğazların yönetimine talip olduklarının ifadesi olacak bir siyaset geliştirebilirlerse hem çağdaş dünya nezdinde güvenirliliklerini ispat edecek hem de anakara Kürdistan’ın tekrar tarih sahnesine dönüşüne imkân kazandırabilirler.

ABD, Pasifik’e çekilirken Ortadoğu’da kendisi ile beraber hareket edebilecek müttefiklere alan açmak mecburiyetindedir. Ki bugün Rusya ile kurduğu ilişki aslında bu gerekliliğin bir sonucudur. Afganistan ve Suriye’de, özellikle Rojava’da Rusların önünün açılması bu bağlamda okunmalıdır. Tüm karşı söylemlerine rağmen ABD’nin geri çekildiği bir durumda, hala ABD’yi ana eksen olarak görmenin stratejik bir mantığının olmayacağı aşikârdır. Hâkimiyet alanı genişleyen ve Balkanlar ile Boğazlar’da söz sahibi olması beklenen Rusya’nın Kürt-Kürdistan siyaseti için kaçınılmaz olarak pivot eksene dönüştüğü görülmelidir.

Uluslararası çekişmenin odağı adım adım Ortadoğu’dan Pasifik’e doğru kayıyor ve erken uyarılara rağmen, bu kriz süresince Kürtlerin eline geçen bütün imkânlar yazıktır ki heba edildi. Güney ve Güneybatı Kürdistan’da bir araya gelmemek için direnen Kürtlerin kaybettiklerini görmek için dürbüne ihtiyacımız yok zira Kerkük ve Afrin o kadar uzak değil. Hal böyleyken Boğazlar meselesiyle ortaya çıkacak fırsat, İkinci Soğuk Savaş dönemi olarak bilinecek tarihin öngörülebilir uzun süresi içinde bizim son şansımız olacaktır.

Henüz bir önceki Soğuk Savaş’ın alışkanlıklarından kurtulamayan siyasetimiz, hiçbir krizde fırsatların süreğen olmadığının farkına varmak ve Kürdistan meselesinin mevcut devletlerin iç politikalarıyla çözülebilecek bir mesele olmadığını anlamak zorundadır. Bu zorundalık Kürtlere neden milli bir politika kurmaları gerektiğini de açıklamaya yetecektir. Zira bu fırsatı kaçırmak, milletimizi yeniden 1900’lerin ilk yarısında duçar olduğu katliamlarla tekrar karşı karşıya getirecektir. Bunun olmasını istemeyiz.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir