Soykırımın romanı-Yüz Gün

Kurd24

Bu hafta sizleri İsviçre edebiyatının çok güçlü kalemlerinden biri olan Lukas Barfuss ile tanıştıracağım. Kendisi ünlü bir tiyatro yazarıdır ve yazdığı tiyatro oyunları ülkesinin sınırlarını aşmış, kendisine büyük ün kazandırmıştır. Toplumsal meselelere duyarlılığı ile bilinen yazar Lukas, ilk romanı Yüz Gün ile okurlar karşısına çıkıyor. Bu kendisinin ilk romanı ama şu kadarını söyleyebilirim, bu eser tarihe bırakılmış bir tanıklık, karanlığa tutulmuş bir ışık demeti, kokmuş sessizliği kökünden dinamitleyen güçlü bir çığlıktır.

Lukas bizleri Ruanda’ya götürür. Yıl 1994. Bu tarih karanlık bir yıl. Karanlık bir zaman hem Ruanda için hem de Türkiye için. Ama konumuz şu an için Ruanda. Evet, kanlı askeri darbenin olduğu Ruanda’dayız.  Peki ne işi olabilir İsviçreli bir yazarın, bir insanın, konforu ve rahatı sonuna kadar yaşamış bir insanın Ruanda’daki darbe ve oradaki halkla. Aslında batının, Avrupa’nın yani, yıllardır değişmeyen ve bu yaklaşımlarının aslında geçmişten gelen bir pratik olduğunu, gelecekte de bunun değişmesinin pek mümkün olmadığını göstermek için işin içine girmiş gibi Lukas. Ruanda’da cereyan eden bu kanlı eyleme askeri darbe demek çok hafif kalır ki gerçekte de bu vahşetin adı Ruanda soykırımıdır. Tam yüz gün içerisinde sekiz yüz bin Tutsi Hututlar tarafından soykırıma uğratılmıştır. Hutu hükümeti, Ruanda’da bu soykırımı işlerken, en yakın destekçisi olan ülke Fransa’ydı.

Daha sonra ise birinci dünya savaşı ardından Ruanda yönetimi Belçikalılara teslim edildi. İnsanları köle gibi çalıştırıp, kırbaçtan geçiren, insanlık namına en ufak bir kırıntı bırakmayan Belçika. Avrupa Birliğinin başkenti Belçika, acımasız bir soykırıma ortak olmuş, sömürü ve insan canına kıyımda başı çekmiştir. Ruanda halkına yapılan bu soykırıma sessiz kalmanın, insan onurunu yerle bir eden bir deprem olarak kabul eden Lukas, İsviçre Kalkınma ve İş birliği Teşkilatı’na katılarak Ruanda’ya gider. Teşkilat, Avrupa’nın soykırım ve katliamlardaki iki yüzlü politikasını daha Ruanda’ya varmadan kendine yol haritası olarak kabul etmiştir; Soykırımı yapan hükümetle arayı iyi tutmak ve en iyi bildikleri şeyi yapmak: endişe ile izlemek!  Ama teşkilatın bu yaklaşımı Lukas’ın midesini bulandırır. Ortada bir sömürü yaşanırken, insanlık yerlerde sürüklenirken, binaların ve şehir planlamasını, olmayan ekonominin kalkınmasını mı düşüneceklerdi? Adeta teşkilatın ve kendinin, baskı altında inleyen bu topraklarda var oluş sebebini sorgulamaya başlar. Ve tabii ki, duyarsız değildir Lukas; ne aşka ne de zulme. Gönlünü soykırıma uğrayacak bir halkın, sessizliği başına taç etmiş kızı Agathe’ye kaptırır. Soykırımın ortasında, askeri postalların altında ve namlu gölgelerinde açacak bir gül demektir bu.  Zaman zaman bir araya gelip konuşmalar, Agathe’nin hastalara bakımı, onun kendine has ve onurlu sessizliği, etkilemiştir Lukas’ı.

Soykırım başlamıştır. Konuşlanan askerler ve rejim dünyanın gözü önünde başlamıştır soykırıma. Aslında soykırımlara baktığımız zaman iki şeyin değişmediğini görürüz. Birincisi hiç saklı değildir. Yani tüm dünyanın gözü önünde yapılır. İkincisi de, tüm dünyanın kurşundan ağır bir sessizliği içinde gerçekleşir. Soykırıma uğrayan insanların çığlığı ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir zaman duyulmaz. Sanki, bir halk soykırıma uğradığı zaman, insan hakları alır ceketini çıkar, yer yüzünün en ünlü katilleri olan devletlerin vicdanına sığınılır bu soykırımın tanınıp tanınmaması için. Çocuğunu katleden bir babaya, cinayeti sen mi işledin diye sormak gibi bir şeydir bu. Ama hiçbir şey cesareti aşağılayan, onu dumura uğratan sessizlik kadar incitmez soykırıma uğramış bir halkı. İşte tam bu noktada şunu diyor Lukas; Yurtlarından zorla sürüklenip götürülenlerin yaşadıkları acıları, köleleştirmeyi, baskının bin bir çeşidini ben de onlarla yaşamıştım. Bu kitapları okurken neden her şeyin daha en başta önünün alınması gerektiğini ve medeni cesaretin asla uygun bir zamana ertelenmemesi gerektiğini öğrenmiştim. Medeni cesaret şimdi, haksızlık ortaya çıktığı zaman ortaya konması gerekiyordu ve bu dünyanın büyük oranda berbat bir yer olması tek tek kişilerin korkaklığından kaynaklanıyordu. Yani kısaca şunu diyor bizlere ve tüm insanlığa, bir soykırım, bir adaletsizlik, bir hukuksuzluk gördüğünüz veya tanık olduğunuz zaman, ‘‘şuan konjonktür uygun değil, bunları bu zamanda söylersem sıkıntı yaşarım’’ demeyin. Medeni cesaret ancak ve ancak tam da bu zamanda ortaya konmalıdır. Yoksa dünya berbat bir yer olacaktır. Bu yapılmazsa, bir insanın işgal edilmiş bir at ahırında devrimci broşürleri basacağını, kapitalizmin piyade siperlerinde topun ağzına atılarak helal olacağını belirtiyor.

Lukas, söylediklerini yaşayan, yaşadıklarını söyleyen bir insan olarak Soykırımın başlaması ile yabancıların tahliye edildiği uçağa binmekten son anda vaz geçer ve Aşkı Agathe’yi arar. Ona kavuşmak için yüz gün mücadele ederken, insanlık kıyımı olan Ruanda soykırımına tanık olur ve bizzat yaşar tüm olanları. Bundan sonrası, onun güçlü kaleminden çıkan Yüz Gün adlı romanda sizleri bekliyor. Lukas’ın sizlere söyleyecek çok fazla sözü var. Filistin’de soykırım yapılıyor. Belçika’nın başını çektiği Avrupa Birliği’nin sessizliği ve sahte bir endişe ile izlemesi bence boşuna değil. Avrupa’nın soykırım ile ilgili bagajı bir hayli dolu.

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.