Hayatın yegâneliği yahut kapitalizmin çökmeyişi üzerine

Kurd24

Ölüm entelektüel bir kavramdır çünkü onun hakkında düşünmek ancak arayış içindeki insanın işidir. Ölümden sonrasına dair sorunsal, ölülerin değil kalanların kafasını yormaktadır. Aslolan, nasıl olursa olsun yaşamdır ve geriye kalan her şey bir anlamda sadece retoriktir. Birinci Dünya Savaşı’nda 15, ikincisinde 55 milyondan fazla insan kaybettik ve ilk ölümden itibaren hayat diğerleri için sürmeye devam etti.

Aklımdan hiç çıkmayan bir şey var. Uluslararası bir kurumun gözlemcisi olarak iç savaşın en kötü günlerinde Yemen’de bulunan arkadaşım aktarmıştı. Kurdukları kampta on yaşındaki oğlu öldürülen bir kadının feryadı karşısında çaresizliği iliklerine kadar yaşayan arkadaşım, aynı kadını iki saat sonra insani yardım kuyruğunda hiçbir şey olmamış gibi iki kilo pirinç için beklerken gördüğünde mide krampı geçirmişti. Çünkü özde olan şey şudur: Her hayat yegânedir ve insanlığın varoluş biçimi gibi insanın algılama biçimi de değişime uğramaktadır.

Covid-19 salgını küresel bir kriz olarak dünyayı dönüştürüyor. Her an rakamlar değişiyor ve şu an salgın vakalarının sayısı 180 ülkede bir milyona yaklaşmış durumda. Önü alınamazsa bu virüs bilinen toplumsal tarihimizin en kısa zamanda, en geniş coğrafyada gerçekleşmiş en büyük felaketine yol açabilir ama mevcut durumuyla dünyada birçok alanda taşları yerinden oynattığı açık bir şekilde ortada. Bu salgın sadece insanların hayatını tehdit edip onları öldürmüyor; apaçık bir şekilde içinde yaşadığımız sistemin açıklarını da aşikâr ederek referans düzlemlerimizde evrensel değişikliklere zorluyor. Ortada olan şu: Çok güçlü kabul edilen devletlerin bile güçlü olmadıkları, sistemsel zaaflara sahip oldukları ve kriz anlarında en gelişmiş toplumsal formlara sahip olan ülkelerin bile kendilerini organize edemedikleri görüldü.

Salgının küresel bir sorun olarak karşımıza çıktığı ve insan yerine sektörü merkeze koyan sağlık sisteminin yetersiz kaldığı ifşa olunca, sinekten yağ çıkarma huyunu bir türlü aşamayan sol bunun küresel komünizme geçişin başlangıcı olduğu propagandasına başladı. Oysa kapitalizmin, liberalizmin, küreselleşmenin yahut daha temelde batının çöküşü (ki bu çöküş gerçekte de vardır) karşı bloğun yükselişi anlamına gelmiyor. Marx’ın kapitalist üretim biçimi çözümlemesinden ortaya çıkan sonuç şudur: Kapitalizmden yalnızca emekçi sınıfının daha sert biçimde sömürülmesine yol açması değil, bunun yanı sıra kendisini ortadan kaldıracak koşulları oluşturması da beklenir. Oysa ondan bu yana her seferinde başka bir biçimde nüksetse de krizlerden daha güçlü bir kapitalizm çıkıyor ve sistem açıklarını öğrenmek için bir fırsat bulmuş oluyor.

Immanuel Wallerstein, Yapısal Krizler adlı makalesinde (New Left Review, Mart-Nisan 2010) dünyadaki mücadelenin iki alternatif üzerinde; bir tarafta hiyerarşik, sömürücü ve kutuplaştırıcı, diğer tarafta ise görece de olsa demokratik ve eşitlikçi bir düzen arasında sürmekte olduğunu belirtiyor. Yine Wallerstein’ın tabiriyle bir tarafta Davos Ruhu, diğerinde ise Porto Allegre Ruhu var ve muhaliflerin “Tarih bizden yanadır” yanılgısından uzak durmaları gerekiyor. Zira gerçekte de kazanma ihtimali eşit koşullarda bile yüzde elli ellidir. Ne var ki Eric Hobsbawm ile mülakatında Michael Ignatieff’in bir soru arasında söylediği gibi “Bu yüzyılın en rezil yanlarından biri, insanların hiçbir şeyi hatırlamıyor oluşu”dur (BBC, 24 Ekim 1994).  

Walter Benjamin, 1936’da yayınladığı Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı adlı makalesinde (Pasajlar, Çev: Ahmet Cemal, YKY, 2001), sanat eserinin çoğaltılabilirliği ile kitlenin sanatla olan ilişkisinin değişeceği fikrinden yola çıkar ve bunun faşizmin güç aldığı kültürel mirası yok edeceği fikrini öne sürer. Ona göre önceleri seçkin kurum ve elitlerin yararlandığı resim, fotoğraf ve filmlerin yüz binlerce insan tarafından görüntülenebilir oluşu, çok sayıda insanın kendilerini bir topluluk olarak görmesini sağlar ve kitle mevcudiyeti yaratarak algılarımızı proleterleştirir. Fakat tarih bu öngörünün tam tersini sahneye koyar. Hitler’in Nasyonal Sosyalizmi faşist lider kültünü fotoğraf ve film sayesinde yükseltir. “Sonuç olarak endüstriyel film ve fotoğraf, kapitalizmin kendisini ortadan kaldırmasına yardım etmek yerine onun ömrünü uzatmış” ve yükselen faşizm Benjamin’in ömrünü Fransa’ya kaçmasına rağmen bitirmiştir.

Her ne kadar geçmiş deneyimi artık bir öneme sahip olmasa da salgının kapitalizmin sonunu getireceği düşüncesi doğru değil; bilakis daha vahşi olma ihtimali de olan yeni bir kapitalizmin üretileceği beklenmelidir. Evet bugün Batısızlık / Westlessness meselesinde görüleceği gibi sosyal devletin, piyasa ekonomisinin vs. yeniden tartışılmaya açıldığı, Batı’nın yeni bir arayış içinde olduğu ve salgınla birlikte kapitalizmin kusurlarının milyonlarca insana malum olduğu doğrudur ve fakat Avrupa Birliği örneğinde gördüğümüz üzere ülkelerin sınırlarını kapatmaları ve komşu ülkelere transit olarak giden medikal ürünlere yine aynı birliğin üyesi diğer devletlerce el konulması gibi öncüllerini gördüğümüz davranışlar, komünizmin yahut daha iyi ihtimalle sosyalizmin değil yeni ulus-devlet milliyetçiliğinin yükselişe geçtiğinin göstergeleridir.

Küreselleşme ve küreselleşme düşüncesi yerini vatandaşların kendi ulus devletlerine güveni esas alan toplumların hâkim olduğu sistemlere bırakacaktır. Bugün İtalyanların AB’nin diğer ülkeleri tarafından yalnız bırakıldıkları düşüncesiyle milli marşları eşliğinde kendilerinin de bir yıldızla ifade edildikleri AB bayraklarını yaktıkları görüntüleri sosyal medya aracılığıyla paylaşmaları bu anlamıyla dikkate değerdir. Ötesi şu: Sanayi kapitalizminin merkezinin yerini dijital kapitalizmin merkezine bırakacak olması yalnızca bir merkez kaymasıdır.

Devletlerin bugün virüs karşısında çaresiz kalışı, İngiltere Başbakanı Boris Johnson gibi üst düzey yöneticilerin ve Prens Charles’ın virüs testlerinin pozitif çıkması yahut 87 yaşındaki İspanya Prensesi Maria Teresa’nın Covid-19 sebebiyle ölmesi algılarımızı dumura uğratıyor ve hakikatli bir yaklaşımı zorlaştırıyor. Bugün demokratik ve liberal sistemlere göre otoriter ve baskıcı devletlerin salgınla mücadele yöntemleri ve bu konudaki başarıları toplumların bazı hak ve özgürlüklerini devlet aygıtı lehine terk etmesini tetikleyecektir. Virüsün doğum yeri olan Çin’in demokratik olup olmadığı konusu artık bir teferruattır. Bir ay önceye kadar halk kitlelerinin molla rejimine karşı ayaklandığı İran’da artık büyük bir korku ve sessizlikle birlikte vatandaşlarda devlete muhtaçlık duygusu hâkimdir. Zaten devletlerin ortaya çıkış sebebi insanların korkularıdır (Devlet ve korku meselesinde daha detaylı bir okuma için; Thomas Hobbes, Leviathan, Çev: Semih Lim, YKY, 2016). Bunun gayet farkında olan devletler virüsle birlikte ortaya çıkan krizi vatandaşları üzerindeki hâkimiyetlerini yeniden kurmanın ve pekiştirmenin bir aracı olarak kullanmaktadırlar.

Öte yandan devletler, durumu istatistik bir veri olarak değerlendiriyorlar. Örneğin bugün virüsten 10 binden fazla vatandaşının kaybıyla dünyada en üst sırada bulunan İtalya’da ortalama yaşam süresi 82,5 yıl iken emeklilik yaşı 65’tir. Virüs sebebiyle ölenlerin %86’sını ise 60-89 yaş arasındakiler oluşturuyor. Yani sağlık sistemindeki yığılma sebebiyle zafiyet ortaya çıkmasa bu durum, devletler açısından yaşamsal bir soruna tekabül etmiyor. Yaşlıların beslenmesi için genç nüfusu arttırmanın maliyetleri ve takvimsel yükümlülükleri düşünüldüğünde krizin nasıl bir fırsat sunduğu da fark edilecektir. Bunun düşüncesinin bile rahatsız edici olduğunu kabul ediyorum fakat sistemlerin bu vesileyle yüklerinden kurtulacaklarının ve kendilerini resetleyeceklerinin de gayet açık olduğu ortadadır. Evet; Maurice Blanchot’un dediği gibi felaketin ne olduğunu anlayabilmemiz için tarih duygusunu kaybetmemiz gerekir.

Her hayat yegânedir ve hayat her halükarda geriye kalanlar için devam etmektedir.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.