Kissinger’in son öpücüğü: Rusya’ya alan açmak ya da 'Box in China'

Kurd24

Rusya’nın geleceğini pratik gerekler doğrultusunda planlayan bir lider olarak Lenin, esnek bir ekonomi politikası belirlemiştir. 1921’de Sovyetler’in tümünü sarsan kıtlık ve sonrasında yaşanan ayaklanmalar yeni bir iktisat politikası belirlenmesini de zorunlu kılar. Bu, teori ile pratik arasında sıkışan sosyalistlerin günü kurtarmak için ideolojilerinden verdiği bir ödün olarak tarihe geçer.

Sovyetler, “Lenin’in seçilmiş kapitalist”i olan Armand Hammer üzerinden yabancı kapitalistlere imtiyazlı haklar tanır ve otuzdan fazla Amerikalı dev şirket burada iş yapmaya başlar; hatta Henry Ford bile Sovyetler’in ilk arabası olan GAZ’ı üretir. Lenin’in vefatı bu görece kapitalistleşmeye büyük bir ket vurur. Stalin’in sert politikaları 1927’de Britanya’nın bu ülkeyle ilişkilerini kesmesine ve 1921 tarihli ticaret sözleşmelerini feshetmesine sebep olur. Amerika’nın Sovyetlerle ilişkisi de eski haline, 1918’de başlayan ambargolu yıllara döner.

1929 buhranı, Stalin’in Birinci Beş Yıllık Plan’ını uygulayan Sovyetler dışındaki bütün dünyanın ekonomisini sarsar. ABD, Başkan Roosevelt’in ekonomik reformlarıyla, Sosyalist devletleri anımsatırcasına serbest piyasa ekonomisine yönelik müdahaleler yoluyla toparlanma yoluna gider. Buhranın etkilerini atlatmak isteyen Almanya, İtalya ve Japonya komşu ülkeleri işgale başlayarak İkinci Dünya Savaşı’nın patlamasına neden olur. İşte bu noktada, bir önceki yüzyılın üç temel ideolojik formasyonunun çekişmesi doruk noktalara çıkar ve Liberalizm ile Komünizm, Faşizm’i çökertmek için işbirliği yapar. Mihver devletlerinin durdurulması için Sovyetler ile ABD, İngilizlerle aynı tarafta yer alır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan iki kutupluluk salt birbirine rakip iki devletin değil, iki düşünce ekolünün, iki ekonomik modelin birbiriyle rekabetinin bir ifadesidir. 1929 Buhranı’nı hissetmeyen ve dünya savaşına kadar yeni tarım tekniklerini geliştirerek çokça traktör ve 20 binden fazla uçak üreten Sovyetler, diğer ülkeler için bir ilham kaynağı olmuş ve savaştan sonra birçok ülkede sosyalist eğilimli halk demokrasileri kurulmuştu. Bunu kendilerine bir tehdit olarak gören İngiltere ve Amerika, Sovyetlere karşı yeni bir siyasal savaş başlattılar. Soğuk Savaş adı verilen bu dönem, aslında korkunç bir caydırıcılık sebebiyle sıcak bir savaşa dönüşmedi. ABD’nin ardından 1949’da Sovyetler de atom bombası yaptığını açıkladı ve böylece güçler birbirine karşı dengelenmiş oldular. Sovyetlerin nükleer hamlesi NATO’nun kurulmasına, NATO’nun kurulması da Varşova Paktı’nın imzalanmasına yol açtı.

Bu arada dünya sadece bu iki bloktan oluşmuyordu. 1961’de kendisini hiçbir güç bloğuna dâhil veya hariç olarak tanımlamayan yüzden fazla ülke Bağıntısızlar Hareketi adıyla Yugoslavya’da bir araya geldiler. Yugoslavya, Sosyalist bir devlet olmasına rağmen Tito’nun Stalin ile çekişmesi sebebiyle, Marshall Planı’na karşı sosyalist ülkelerce oluşturulan Komünform’dan ihraç edilmişti. Diğer taraftan Arnavutluk’ta Enver Hoca, Sovyetler Birliği’ni revizyonizmle suçluyordu. Kore Savaşı’nda Sovyetlerle ABD’ye karşı müttefik olan Çin ise 1960’tan itibaren Sovyetlerle doktriner tartışmalar yaşamış ve Çin-Sovyet Ayrılığı ortaya çıkmıştı. Mao, Kuruşçev’in -deStalinizasyon olarak isimlendirilen- icraatlarını, yani Kapitalist ülkelere yönelik yumuşama politikalarını revizyonizm olarak suçlayarak diplomatik ilişkilerini askıya alırken, Sovyetler de Mao’yu Stalinleşmekle suçluyordu.

Bu ideolojik ayrılık 1962’de 60 binden fazla Müslüman Uygur’un Sovyetler’den Çin’in Sincan bölgesine göç etmesiyle bir sınır meselesine dönüşürken 1969’da karşılıklı bombalamaya varan bir dizi gerginliğe ve sınır tahkimlerine sebep oldu. Sovyetler, Hindistan’ı ve Müslüman Uygular’ı Çin’e karşı kışkırtma yoluna giderken Çin de Sovyetleri ajan devlet olarak suçlayarak onun sosyalist devrimciler nezdindeki imajını yıpratmıştır. Vietnam Savaşı’nda bu düşünce ayrılığına rağmen iki ülke de, ABD’nin desteklediği Güney Vietnam’a karşı Ho Chi Minh liderliğindeki Kuzey Vietnam’ı desteklemiştir. Fakat savaşın bitmesi iki ülke arasındaki gerginliğin artmasına sebep olmuştur.

Mao aslında 1950’lerin sonlarından itibaren halkı çiftlikler yerine fabrikalarda çalışmaya yönlendirmekle Çin’in modernizasyonuyla ilgili adımlar atıyordu. Gelen tepkilerin önünü de 1966’da ilan ettiği ve itiraz eden muhaliflerin sürgün edilerek yok edildiği Kültür Devrimi adlı girişimiyle aldı. Aslında bu, Çin’in, bizzat Mao eliyle aslında eleştirdiği Sovyetler gibi Batı tarzı bir yola girmesinin başlangıcıdır ve nitekim bu atılımların bir sonucu olarak Çin Halk Cumhuriyeti, Ekim 1971’de Birleşmiş Milletler’e kabul edilmiş ve Güvenlik Konseyi üyeliğine getirilmiştir. O güne kadar ABD tarafından desteklenen Çin Cumhuriyeti (günümüzde Tayvan) ise BM’deki koltuğunu ve bugün bile sürmekte olduğu şekliyle Çin’e dair meşruiyetini kaybetmiştir.

Çin’le ilgili bu gelişmenin arkasında Nixon’un önce Ulusal Güvenlik Danışmanı ve daha sonra Dışişleri Bakanı olacak olan diplomasi dehası Henry Kissinger vardır. Ona göre Çin ile Sovyetler bir araya gelirse ABD ve dolayısıyla liberalizm Soğuk Savaş’ı kaybedecektir. O halde Sovyetler ile ortam biraz yumuşatılmalı ve Çin ya ABD’yle müttefik hale getirilmeli ya da Çin’in bu çekişmede tarafsız kalması sağlanmalıdır. Böylece Kissinger, Sovyetlerle yumuşama görüşmelerine başlar ve neticede SALT-I anlaşması imzalanır.

Bu arada Çin’in BM’ye kabulünün hemen ardından ABD büyük bir heyet ile artık meşru hale gelen ülkeye çıkarma yapar. Başkan Richard Nixon, Şubat 1972’de Çin’i ziyaret eder ve burada Mao’ya demokrasinin geliştirilmesini tavsiye eder. Bu yöndeki beklentisi karşılanmasa da Çin ticaret meselesinde Batılı kapitalistlerle uygun bir zemin yakalar. ABD, buna karşılık Sovyetler ile Çin arasındaki ayrılığı derinleştirmek için Vietnam’dan çekilir. Bu çekilmedeki rolünden dolayı Kissinger 1973 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alır. Oysa asıl mesele barıştan ötedir; Sovyetler çevrelenmekte, dengeyi değiştirebilecek müttefiklerden uzaklaştırılmakta ve çöküşe zorlanmaktadır.

Mao’nun 1976’da ölümü ve eşinin de yer aldığı Dörtlü Çete’nin tasfiyesi ABD-Çin arasındaki ilişkiyi daha da ileri taşır. 1978’in son aylarında iktidara gelen Deng Şiaoping ekonomik reformlar başlattı ve vatandaşların üzerindeki hükümet baskısını gevşetti, serbest piyasaya göz kırparak özel kiralamanın önünü açtı. Şiaoping ilk yurtdışı ziyaretini de Amerika’ya düzenledi; dönüşünde ilk etapta dört özel ekonomik bölge oluşturarak Çin’in tümünün aksine burada ihracata yani dolayısıyla kapitalistlerle alışverişe izin verdi. Bu, ülkenin piyasa ekonomisine geçişinin başlangıcı oldu.

Çin yeni serbest bölgeler kurarak 80’li ve 90’lı yıllarda ekonomik büyümesini sürdürürken 1991 yılında Sovyetler büyük bir ihtişamla çöktü ve dünya ABD’nin lider olduğu tek kutuplu bir döneme geçti. Çin 2001 yılında, başvurusundan 15 yıl sonra yine ABD’nin desteğiyle Dünya Ticaret Örgütü’ne kabul edildi. Bu, onun dünya üzerindeki konumunu sağlamlaştırırken 2008’de küresel bir ekonomik kriz baş gösterdi ve ABD tıpkı 1929’daki gibi bu krizden de ağır bir şekilde etkilendi.

Diğer taraftan Çin devletin ekonomi üzerindeki hâkimiyeti ve kendi tarzındaki Sosyalist politikaları sebebiyle bu krizi çok hafif bir şekilde atlattı. Bu durum, Sovyetlerin Beş Yıllık Plan’la elde ettiği başarıya benzer bir şekilde, diğer ülkeler sarsılırken Çin’in küresel büyümesini en üst seviyeye çıkarmasını sağlarken Asya ve Afrika’da gelişmekte olan ülkeleri de yanına çekmesini olanak tanıdı. Modern bir İpekyolu projesi olan Kuşak-Yol Projesi işte böyle bir dönemde ortaya çıktı ve Çin’in yeni lideri Şi Cinping tarafından 2013 itibariyle ilan edildi. O günden bu yana da ekonomik büyümesini sürdüren Çin’in 2025 yılı itibariyle ABD’yi geçmesi bekleniyor. 

Bir süredir Çin, ABD ile birlikte yeni iki kutuplu dünyanın uçlarını temsil ediyor. Hal böyleyken ABD’nin Çin’e karşı ne yapacağı, siyasal tarihin nasıl seyredeceğine dair sorunun da cevabı olacaktır. Ortada birçok teori dolaşsa da Temmuz 2018’de Kissinger Institute’de yapılan bir toplantıda dönemin ABD Başkanı Trump’a Çin’in çevrelenmesi için Rusya ile yakınlaşılması gerektiği tavsiyesi verilir. Basına sızan bu haber her ne kadar taraflarca kabul edilmemişse de NATO Zirvesi’nin ardından yaşananlar ile North Stream 2 üzerindeki yaptırımın ABD tarafından kaldırılması bu stratejinin yürürlüğe girdiğinin göstergesi gibi duruyor. Küçük bir dinleyici topluluğu karşısında Trump’a bu tavsiyeyi yapan Kissinger, ironik bir şekilde Soğuk Savaş döneminde Sovyetlere karşı Çin’in destekleme stratejisinin de sahibi ve uygulayıcısıdır.

Bu toplantıdan iki ay sonra ABD, Taliban ile müzakerelere başladı ve sonuçta Taliban’a “yenilmiş” oldu. Bütün bu hengâmede gözden kaçan bir nokta şudur; ABD, biraz da itibarını zedeleyip Vietnam’dakine benzer bir şekilde Afganistan’dan çekilerek Great Game’den bu yana engellendiği alanlardan bir tanesinde Rusya’nın önünü açmıştır. Aslında bu tür çekilmeler, stratejik hedefler doğrultusunda alan açmalardır. Bunun Çin’i ve onun dünya hâkimiyetine doğru giderken geliştirdiği projeyi nasıl etkileyeceği ve bu yeni stratejide ABD’nin Rusya için başka hangi alanları açacağı da ayrıca tartışılmalıdır. 

Sonuçta kavranması gereken şudur; devletlerin itibarı ve ideolojilerinden daha önemlisi jeopolitik ve onun getireceği jeostratejik önceliklerdir. Bugün tam da böyle tarihsel bir dönemin içinden geçiyoruz. Farkında mısınız?

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir