Asıl soruya bir cevap aramak

Kurd24

Trump’ın Suriye’deki askerlerini geri çekme hamlesine karşı Savunma Bakanlığı’ndan istifa eden James Mattis henüz 2017’nin başlarında bir “Ortadoğu NATO”su kurmak istediklerini açıklamıştı. Mattis, Washington’un bölgede İsrail ve Körfez Ülkeleri’nden oluşan bir savunma ittifakı kurma planını, İran’ın İsrail ve Suudi Arabistan’a yönelik nükleer tehdidi ve Tahran destekli Direniş Ekseni’ne karşı konumlandırıyordu. Nitekim Eylül ayının ortasında İsrail'in ilkin Birleşik Arap Emirlikleri, ardından da Bahreyn ile vardığı ilişkileri normalleştirme anlaşmaları, Beyaz Saray'da düzenlenen bir törenle imzalandı.

Ortadoğu’da siyasal çelişkiler etnik değil dinsel, mezhepseldir. Semavi dinlerin babası kabul edilen İbrahim Peygamber’in adını taşıyan Abraham Covenant, tam da buna dair bir atıfla İsrail’in daha önce Mısır ve Ürdün ile imzaladığı saldırmazlık anlaşmalarından farklı olarak Arap ve Yahudi halklarını barıştırmayı hedefliyor. Bu hedef tarafların o kadar benimsediği bir şey olmalı ki İsrail’in kuruluşundan 24 saat sonra ona savaş ilan eden ve neredeyse devamlılığını büyük oranda bu krize borçlu olan Arap Birliği bile anlaşmaya karşı iyi bir tutum takınıyor.

Arap-İsrail savaşları olarak tarihe geçen ondan fazla gerilimde İsrail’in Araplara yönelik savaş-barış stratejisi her zaman çeşitli tavizler karşılığında daha büyük bir ihtiyaç olan barışın alınmasına dayanıyor. Örneğin İsrail, krizin en derin yerlerinden birinde, 1967’de, Mısır’a ait Sina Yarımadası’nı işgal etti ve fakat 1979’daki anlaşmada bunu Mısır’a geri vererek karşılığında kalıcı bir barış satın almış oldu. Öte yandan Ürdün denetimindeki Arrava Vadisi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’e el koymasına rağmen 1994’teki İsrail-Ürdün Barış Antlaşması’nda İsrail bu meseleyi de Arrava Vadisi’ni geri vermekle çözdü. Müzakerelere de zaten Ürdün’ün Batı Şeria’yı geri alma şartını kaldırması üzerine başlanmıştı. Bugün ise İsrail’in bu stratejide yeni bir merhaleye geçtiği görülüyor. Zira toprak karşılığı barış yerine İsrail, yönetimindeki Batı Şeria’da yeni yerleşim yerleri kurmaya devam etmemeyi vaat ediyor. Ne var ki Netanyahu, seçmenlerine bir taraftan körfez ülkeleriyle anlaşmış olmasını bir seçim malzemesine çevirirken diğer yandan aynı seçmenlere bunun sadece kısa bir ara verme olduğu propagandasını yapmakta bir sakınca görmüyor. 

Bu, Abu Dabi ile ekonomik işbirliğinden askeri işbirliğine, turizmden istihbarat paylaşımına kadar birçok alanda bir anlaşma ve uzun süredir Körfez’de devam eden değişimin artık aşikar edilmiş ilişkisinin resmi evrakı niteliğinde. Bu durum bize İsrail-Ürdün arasındaki anlaşmayı anımsatıyor. Ürdün ile İsrail ilişkileri aslında Süveyş Kanalı Krizi’nden sonra yumuşamaya başlamış ve Batı yanlısı politikaları ile bilinen Kral Hüseyin’in 1970 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nü topraklarından çıkarma uğraşı ile doruğa çıkmıştı. Fakat müzakereler ancak 1988’de başlamış ve anlaşma 1994’te imzalanmıştı. Bugün yapılan anlaşma ise iki taraflı bir değişimden doğuyor; Körfez ülkelerinde Kapitalizm’in yeterince yerleşmiş olması ve İsrail’in bu ülkelerle uzun zamandır kurduğu ilişkiler. Öte yandan bu işi mümkün kılan şey ise Filistin sorunun artık taraflar için bir önkoşul olmaktan çıkarılması.  

ABD sponsorluğunda yürütülen çalışmalarda her ne kadar Suudi Arabistan’ın esamesi okunmasa da aslında onlar da bu işin bir parçası. Fakat görünen o ki Suudiler, bir süredir hamiliğine soyundukları Bahreyn’i bu görüşmelerde öne sürerek olacakları risksiz bir şekilde atlatma eğilimi gösteriyorlar. Siyasetiyle bir zamanların Kuveyt’ini hatırlatan Katar ise İsrail’le kimi ilişkilerine rağmen resmi bir sözleşmeden oldukça uzak bir tutum sergiliyor fakat bu onu Ortadoğu’daki kamplaşmada İran ile Türkiye kefesine koymaya yetiyor. Öte yandan Filistin’deki grupların hepsi, İran ve Türkiye, Trump’ın yüzyılın anlaşması dediği bu anlaşmaya karşı konumda yer aldılar.

Bu meselede Filistin yönetimi, Hamas ve İslami Cihad dahil bütün örgütler bu anlaşmaya karşı duruyor ve Arapların kendilerini arkadan hançerlediklerini düşünüyorlar. Bu hissi söylem anlaşılabilirdir çünkü Filistinliler bu işte taraf olmadıkları gibi onlarla bu meselede görüşülmemiş bile. Türkiye ise Arap ülkelerini Kudüs Davası’na ihanet etmekle suçlarken hamasi bir söylem geliştiriyor zira İsrail ile ilişkilerine devam etmekte bir beis görmüyor.

ABD’nin seçim sath-ı mailine girdiği bu dönemde Trump, anlaşmaya başka Arap ülkelerinin de imza atacaklarını söylerken büyük ihtimalle salt seçimlerle ilgili bir pazarlama çalışması yapmıyordur. Öyle ki bir ay önce Beyaz Saray’da bir araya getirilen Kosova ve Sırbistan’la ilgili müzakerelerin bir şartı da İsrail ile ilişkilerin normalleşmesidir. Öyle ki Trump, Kosova'nın İsrail ile ilişkilerini normalleştireceğini, Sırbistan'ın da büyükelçiliğini Kudüs'e taşıyacağını açıklamıştı.

Bu sürecin yaratılmasının ve hızlandırılmasının altında yatan temel stratejik mantık, İran karşıtı bir cephenin oluşturulmasıyla ilgili. Önceki yazılarımda bunun altında yatan nedenlere değinmiş ve geçmiş yüzyılda enerji kaynaklarına ulaşımın engellenmesi amacıyla ortaya çıkan Kuzey-Güney eksenli gerilimin artık enerji nakil hatları sebebiyle Doğu-Batı eksenli bir ABD-Çin hegemonik savaşına dönüştüğünü belirtmiştim. Bu anlaşma Batı’nın stratejik sınırlarına sakin bir Arabistan eklemeyi amaçlarken öte taraftan İran’ın çevrelenmesi meselesinde bir level daha atlatmış oldu. Dünya yeniden iki kutuplu hale gelirken Ortadoğu da kendi içinde iki kampa ayrılmak zorunda kalacaktır.

Bizim için Asıl soru; Kürtlerin kendi geleceklerini teminat altına almak için hangi tarafta yer alacağıdır. Bu soruya aranacak cevap, ulusumuzun önümüzdeki yüzyıldaki kaderine de dair olacaktır.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.