İki kaçınılmazlık üzerine

Kurd24

Sabık ABD başkanı Donald Trump’ın şahsına dair siyasi analizler, şaşmaz bir şekilde onu 1969-1974 yılları arasında başkanlık yapmış olan Richard Nixon’a benzetir. Bu benzerlik Madman teorisinin bir gerekliliği olarak onların çılgınlığına dairdir; fakat eksik bir nokta vardır.

Devletler, çıkmaza girdiklerinde onları düzlüğe çıkaracak bir çılgına veya hiç değilse çılgın rolü oynayabilecek birine ihtiyaç duyarlar. ABD de Soğuk Savaş’ın en çetrefilli günlerinde ve Vietnam’da bu role ihtiyaç duymuş ve Nixon’u öne sürmüştü. Nixon’ın her an nükleer bir savaş başlatabilme ihtimali üzerine kurulu bu dönemde çılgınlık rolü işe yaramıştır ve ABD dış politikada ihtiyaç duyduğu tavizleri koparabilmiştir.

ABD, aynı yöntemi Sovyetler yerine Çin’in önlenemez yükselişi karşısında da denedi ve Donald Trump’ı Nixon ile aynı konumda gördük. ABD’nin Ortadoğu ve Pasifik’teki politikalarında ve özellikle de Kuzey Kore ile ilişkilerinde öne çıkan Trump’ın bu hali, bir süre sonra ABD’nin ayağına dolandı ve neticede rakiplerinin uzlaşısıyla seçimlerde yenilgiye uğradı. Machiavelli, “Deli rolü yapmak çok akıllıca bir şeydir” der. Fakat deli rolü yapması beklenen kimse gerçekten delirirse işler sarpa saracaktır. ABD bu anlamıyla bir çılgına ihtiyaç duyuyordu fakat Trump’ınki çılgınlıktan ötede bir yerdeydi.

Bugün ABD seçimlerini bir de bu yönden değerlendirmek zorundayız. Joe Biden’ın başkan seçilmiş olması, salt ülke içinde Demokratların Cumhuriyetçilere galebe çalması olarak değerlendirilemez. ABD, seçimlerdeki bu sonuçla dünyadaki güç sisteminin yeniden çok kutuplu hale gelmesini tasdik etmiştir. Zira Trump, ABD’nin tek kutupluluktaki ısrarı ve Çin’in engellenmesi anlamında ABD açısından sistemsel bir tercihti. Özellikle pandeminin tarihe bir ivme kazandırması ile ABD iç çelişkilerinin George Floyd’un katli gibi olaylarla açığa çıkması tarihsel determinizmin erken vuku bulmasına sebep oldu ve ABD, eşitler arasında daha eşit sayılabilecek konumunu kabule mecbur hale geldi.

Bu durum bize Nixon Doktrini olarak şekillenen ve Richard Nixon döneminin çılgın adamlık dışındaki ikinci başatını hatırlatır. Nixon, bu dönemin özü olarak ABD'nin müttefiklerinin gelişimi ve savunmalarına yardım edeceğini fakat özgür dünyanın jandarmalığına soyunmayacağını beyan ederek iç politikayı güçlendirmeye yönelmiştir.    

Bugün de ABD’deki değişimin ana konusu, ABD’nin dünyanın tek gücü olma ve liderlik yarışından vazgeçip içe çekileceğine dairdir. Bu sebeple başkan değişikliğinin asıl yüzünün Biden değil, Başkan Yardımcısı Kamala Harris şahsında değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Biden gibi dış politikada uzman bir başkanın, yanında içeriyi yeniden çekip çevirecek bir figürün en az başkan kadar güçlü olarak öne çıkarılmasının sebebi budur.

Binaenaleyh Biden döneminde ABD’nin dış politikada usulüne uygun olarak güçlü müttefikler devşirirken ABD’nin iç sorunlarına daha yoğun olarak yöneleceğini ve daha demokrat bir görünüm sergileyeceğini söyleyebiliriz. Bu, aynı zamanda bazı liderlerin, ülkelerinin ulusal çıkarlarına uygun politikalar yürütürken kişisel çıkarları için de devlet imkânlarını kullandıkları dönemin sona erdiğinin de göstergesi olacaktır. Böylece dış politikada çılgın adamların anlık değişen politikaları yerine kurumların önce çıkacağını ve politikaların kitabi olarak şekilleneceği bir dış politika evresine girdiğimizi de söyleyebiliriz.

Yazılarımda yıllardır Kürt siyasetine özellikle iki konuda okumalarını değiştirmeleri gerektiğini ifade etmeye çalışıyorum. İlki, dünya siyasetinin aks değiştirdiği, soğuk savaş ve sonrası dönem yerine ABD-Çin hegemonik çekişmesinin öne çıktığı ve ulusal siyasetimizi de buna uygun olarak şekillendirmemizin zorunlu olduğuna dairdir. İkincisi ise bölgesel olarak ilanihaye Boğazlar meselesinin ortaya çıkacağı ve Kürt siyasetinin de bunu kendi ulusal çıkarları için kullanmaya hazır olmaları gerektiğine dairdir. Kısacası, Kürtler için ulusal siyaset ABD-Çin kapışması ve Boğazlar meselesi akslarının üzerinde vuku bulacak gerginlik üzerinden gelişecektir.

ABD’nin içe çekileceğini öngördüğümüz bu düzlemde ABD-Çin kapışmasının Kürtlerin faydasına olup olmayacağı sorulabilir. Şunu hatırlatmalıyım; uluslararası sistem teorileri açısından çok kutuplu yapılarda en önemli husus müttefikliktir. Dolayısıyla ABD, çıkarları gereği bugüne kadar ihmal ettiği geleneksel müttefikleri ile daha iyi ilişkilerin kurulması ve onların desteklenmesine yönelecektir. Böylece ABD; Avrupa, Pasifik ve Körfez ülkeleriyle daha yoğun ilişkiler geliştirirken bizim bölgemizde de konumu ve temsil ettiği değerler sebebiyle Kürdistan daha güçlü bir şekilde öne çıkacaktır.

Türkiye peki?

Hayır.

Mevcut konumlarında Rusya, Güney Avrupa ve Arap ülkeleri ile birlikte düşünüldüğünde Boğazlar üzerinde emanetçi olarak atanmış bir Türkiye’nin, jeopolitik olarak bu ülkelere karşı dezavantajlı bir durumda olduğu söylenebilir. Körfez ülkeleri ile İsrail arasındaki anlaşmalarla girilen yeni dönemde Ortadoğu’da İran, Hamas ve Hizbullah’la birlikte Batı açısından düşman olan bir kampta yer alan Türkiye’nin bu anlamda da bir şansı olmayacaktır.

ABD, kendi adasına geri çekilirken, Çin yayılmacılığına karşı kuvvetli müttefikliklerine Rusya’yı katmak zorundadır. Kısmi bir işbirliği için olsa bile, Rusya’nın ABD’den büyük ödünler koparacağı kesinliktir. Zaten bugün Türkiye’nin bas bas “beka sorunu” olarak bağırmak zorunda kaldığı husus da bununla ilgilidir. Yani Boğazlar meselesinin gündeme getirilmesi ile birlikte onun hukuki durumunun Montrö yerine Lozan ile birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesi’ne dönüştürülmesi sorunudur ve bu da boğazların uluslararası bir yönetime devri anlamına gelmektedir.

29 Haziran 2020 tarihli Biden, Trump ya da Kürdistan’ın Geleceği başlıklı yazımda ABD ve Rusya politikaları çerçevesinde bu konuya değinmiş ve böylesi bir durumda İngilizlerin ne yapacağının bilinemez olduğunu vurgulamıştım. Bugün Türkiye’nin iç siyasetinde vuku bulan bazı gelişmeler, Türkiye’nin en azından Maliye gibi bazı hassas kurumlarını İngiltere ile eşgüdümlü çalışabilecek kişilere teslim etmeye başladığını gösteriyor. Erdoğan’ın tasallutçu ve aile bağlarına dayanan yönetiminin iflas ettiği döneme denk gelen bu gelişmeler, Türkiye’nin kendisini İngiltere’nin güvenli limanına -tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın ertesindeki gibi- teslim etmeye başladığı şeklinde yorumlanabilir. Fakat yine de Türkiye’nin en az bir süre daha Erdoğan’la veya Erdoğan aklıyla devam edeceği ortadadır. Pedal çevirmeyi bıraktıkları anda düşeceklerini bildikleri için önümüzdeki günlerde her ne kadar açılım ve demokratikleşme paketlerine dair çok şey konuşacak olsak da bu süreç erken bir seçime rağmen devam etme kabiliyetine haizdir.

Bu arada bizim için Biden döneminin getireceği ortamda Kürtlerin rüştlerini ispatlamış bir müttefik olarak Ortadoğu’da statü sahibi bir aktör olarak öne çıkmaları veya Başur-Rojava hattında sınırsız kalmalarının hatırlatılması kaçınılmazdır.

Fakat fırsatları heba etmekte Kürtlerin üstüne kimsenin olmadığını bir daha hatırlatmak da öyledir.

 

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar k24 medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.