Kavramlarla toplumu manipüle etmek: İhanetçi liderler ve tarih

Kavramlarla toplumu manipüle etmek: İhanetçi liderler ve tarih
Kavramlarla toplumu manipüle etmek: İhanetçi liderler ve tarih

İhanet, yalnızca kişisel bir zaaf değil; sömürge düzeninin en sofistike aparatıdır.

Her ulusal direniş, yalnızca dış düşmanla değil, o düşmanın içerideki uzantılarıyla da savaşmak zorunda kalmıştır. Dünya tarihi halkların iradesini bastırmak için emperyalizmin yanında saf tutan bu iş birlikçi figürlerin kara lekeleriyle doludur. Peki bugün biz hangi konumdayız? İçimizdeki Quisling kim? Hangi maskelerin ardında, hangi çıkarlar için kendi halkımızın geleceği çalınıyor?

Norveç’te Vidkun Quisling, Nazi işgal güçleriyle anlaşarak Norveç’in bağımsızlık mücadelesini içeriden sabote etti. İşgalcinin siyasal temsilcisi olmayı kabul etti, halkına silah doğrultan bir yönetime liderlik etti. Onun adı bugün “hain” sözcüğünün kendisine dönüşmüştür.

Bu isimler, tarihin karanlık aynasında bize neyi hatırlatıyor? Onlar gibi bizler de, halkımızın umutlarını çalacak figürlere izin vermeyecek miyiz?

Fransa’da Mareşal Pétain, bir halkın özgürlük direnişini, faşist işgalin önünde diz çöktürerek ezdi. Vichy Hükümetini kurarak halkına ihanet etti; Hitler’in gölgesinde Fransız ulusunu sömürgeci bir yönetimin içinden kırmaya çalıştı. Direnişi değil teslimiyeti örgütledi; düşmanla iş birliğini “devlet 
aklı” diye sundu.

Direnişin adı teslimiyetle nasıl değişir? Halkın sesi, susturulabilir mi?

Çin’de Wang Jingwei, Japon emperyalizminin işgaline karşı yürütülen halk direnişini terk ederek kukla bir rejimin başına geçti. Barış adı altında Çin’in teslimiyetini yönetti; halkı için değil, işgalciler için yasa yaptı, düzen kurdu.

Bizler kendi tarihimizde bu hikayeden ne öğreniyoruz? Hangi çizgiyi aşmamalıyız?

Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda Benedict Arnold, emperyal gücün vaatlerine kapılarak devrimci halkına ihanet etti. Ulusun inşa sürecini kendi kişisel hırsları için sabote etti. Onun adı, Amerikan tarihinde halk düşmanlığının en açık simgesidir.

Sovyet General Andrey Vlasov, Naz!lere esir düştükten sonra, kendi halkına karşı savaşmayı kabul 
etti. Sovyet direnişine silah doğrulttu; ideolojik sapma ve kişisel kurtuluş arzusunu ihanetin aracı 
haline getirdi.

Tarih, sadece kimin güçlüsü olduğunu değil; kimin onurunu sattığını da silinmez mürekkeple yazar. Biz bu kaydı değiştirecek miyiz, yoksa teslimiyet ve unutuluşu mu tercih edeceğiz?

Bu figürlerin ortak özelliği, yalnızca işgalcilerle iş birliği yapmaları değil, bu iş birliğini halkı adına yaptıklarını iddia etmeleridir. Oysa tarih göstermiştir ki, hiçbir teslimiyet özgürlük doğurmaz; hiçbir iş birlikçi halkını temsil edemez. Bu isimler, halkın belleğinde aynı yerde anılır: Ulusal onuru pazarlayanlar, tarih karşısında hükümsüzdür.

Bu bağlamda, Harkiler, sömürgeciliğin içerideki yüzlerinden biridir. Cezayir’in Fransız sömürüsüne karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinde, Harkiler Fransa’nın yanında saf tutarak ikendi halkına ihanet etti.

Cezayir özgürleştiğinde, halk onları affetmedi; çoğu ülkeye alınmadı. Fransa ise bu iş birlikçileri
ödüllendirmedi. Aksine, onları “kullan-at” bir aparat olarak gördü.

Bugün Harkiler ve onların çocukları, Fransa’nın en dışlanmış bölgelerinde, banliyölerin kenarlarında, aidiyetsiz, onursuz ve kimliksiz bir yaşamın içine sıkışmış durumdadır. Ne 
geçmişlerinde bir onur, ne de geleceklerinde bir umut vardır.

Bizler, kendi toplumumuzda kimlere “Harki” dememek için uyanık olacağız?

Çünkü halkların kolektif hafızası, bireysel unutuşlara benzemez; tarihsel adalet duygusuyla çalışır. 
Kimin direndiğini, kimin boyun eğdiğini, kimin sattığını ya da sustuğunu bilinçdışı düzeyde dahi
kayıt altına alır.

Kavramların hegemonyası ve toplumsal manipülasyon

Bu liderler, Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramıyla açıklanabilecek bir strateji izler: Rıza 
üretimi. İhanet, artık zorla değil, toplumun rızasını manipüle ederek gerçekleşir.

Lider, kendisini halkın üstünde bir “seçilmiş kişi” olarak konumlandırır; kararları sorgulanamaz, 
kavramları eleştirilemez, stratejiler! adeta ilahi bir bilince aitmiş gibi sunulur.

Nietzsche’nin Übermensch’i, özgürleştirici bir figürken, bu sahte Übermensch, halkı kendi entelektüel şovunun nesnes!ne çevirir.

Bağımsızlık, “barışçıl çözüm”e; ulusal mücadele, “demokrat!k dönüşüm”e; devletleşme arzusu, “devletsiz ulus” gibi çelişkili sloganlara indirgenir.

Bu, sosyolojik bir yıkımdır: Kavramların için! boşaltmak, halkın kolektif bilincini, tarihsel belleğini ve özgürlük ufkunu tahrip eder.

Peki, biz bu oyunların farkında mıyız? Yoksa kendi kafesimizi kendimiz mi inşa ediyoruz?

Sömürge koşullarında eğitimsiz bırakılmış toplumlarda bu manipülasyon daha etkilidir. Sistemli eğitimsizlik, tarih, dil ve kültürün unutturulmasıyla birleşir; halk, sunulan “yeni” kavramları kurtuluş reçetesi sanır.

Türk devletinin Kürt halkına yönelik politikaları, bu sosyolojik manipülasyonun açık bir örneğidir.

Asimilasyon, yalnızca fiziksel baskıyla değil, “Türkiyecilik” söylemiyle, Kürt kimliğini Türkçülüğe entegre etme çabasıyla yürütülür.

Frantz Fanon’un “sömürgeci yapının içselleştirilmesi” dediği bu süreçte, halkın direniş enerjisi, özünde sömürge sistemine hizmet eden ama halkın içinden çıkmış gibi görünen aktörler eliyle yönlendirilir.

Uyuşturucu, medya manipülasyonu, militarize “fedai” f!gürler gibi araçlar, halkın enerjisini boşaltır. Bilinçlenme değil, lidere adanmışlık yüceltilir; eleştirel düşünce değil, dogma ön plandadır.

Bugün biz, gerçek özgürlük ve bilinç için ne yapıyoruz? Susturulmaya, uyuşturulmaya devam mı edeceğ!z?

İhanetle suçlama ve tasfiye kültürü

Bu düzen, kendisine itiraz eden ulusalcı figürleri “hain” olarak yaftalar. Bağımsızlık ve özgürlük için mücadele edenler, hainlik, gericilik ya da terörizmle suçlanır.

Bu, sosyolojik bir kontrol mekanizmasıdır: Gerçek direnişi karalayarak, sahte liderlerin hegemonyasını sürdürmek.

Daha ileri gidilir; bu figürler fiz!ksel veya sembolik olarak tasfiye edilir. İç infazlar, psikolojik linçler ya da itibarsızlaştırma kampanyaları, bu düzenin bekasını sağlar.

İronik bir şekilde, tasfiye edilen bu ulusalcı figürler, sonra “bedel ödeyen kahramanlar” olarak anılır; mücadeleleri, ihanet düzeninin meşruiyetini güçlendirmek için araçsallaştırılır.

Bu trajik döngü, Pierre Bourdieu’nun “sembolik şiddet” kavramıyla açıklanabilir: Toplum, kendi kahramanlarının acısı üzerinden yeniden manipüle edilir.

Kendi tarihimizde, gerçek kahramanları tanıyacak, onlara sahip çıkacak mıyız? Yoksa sahte kahramanların oyununa gelip Köle olmayı mı tercih edeceğiz.

Tarihi okumalarımızı derinleştirdiğimizde, ihanetin ne olduğunu da daha berrak biçimde kavrarız.

Tarih, ihanet edenleri değil, bağımsızlık ve özgürlük için bedel ödeyenleri yüceltir.

Kürt ulusu, kendi kimliği ve toplumsal iradesiyle bu tarihi yazmalıdır – ve yazacaktır.

*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.