
Canan Doğan
Yazar
Bir millet, dört devlet: Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi

Kürt milleti, dört devletin sınırları arasında parçalanmış bir ulustur. Dil, tarih, kültür ve coğrafi bütünlük temelinde şekillenmiş bu kadim milletin kaderi, hala belirsizlik içindedir. Devletsiz bir ulus olarak Kürtlerin, kendi geleceklerine dair söz söyleme hakkını ne zaman ve nasıl elde edecekleri sorusu, asırlık bir mücadele başlığında canlılığını korumaktadır. Kendi kaderini tayin hakkı, Kürt milleti için yalnızca hukuki bir talep değil; kimliğini koruma, özgür yaşama ve kendi topraklarında onurlu bir yaşam kurma iradesinin ifadesidir.
Kürtlerin meşru talebi
Kürtler, tarihsel olarak dil, kültür ve coğrafya bakımından açık biçimde tanımlanmış bir ulustur. Bu tanım, onların kendi kaderini tayin hakkının meşru taşıyıcısı olduklarını gösterir. Ancak uluslararası hukuk, bu hakkı genellikle “içsel” ve “dışsal” olarak sınıflandırır. İçsel kendi kaderini tayin, bir milletin bağımsızlık ilan etmeden, mevcut devlet sınırları içinde özerklik ya da kültürel haklarla yetinmesini öngörür. Fakat bu yaklaşım, Kürt milletinin Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüşlüğünü, asimilasyon tehdidini ve bir bütün olarak kendi kaderini belirleme iradesini görmezden gelir.
Kürtler için bu hak yalnızca bir seçenek değil, varoluşsal bir zorunluluktur. Artık ikinci bir yüzyılı daha beklemek lüksü yoktur. Kürt milleti, bu hakkı kendi öznelliğiyle, açık bir irade ve birleşik bir siyasal hedefle gündeme getirmeli; geleceğine dair kararı kendi vermelidir.
Güney Kürdistan deneyimi ve siyasi irade sorunu
Güney Kürdistan’daki federal yapı, kendi kaderini tayin hakkının belirli koşullarda nasıl uygulanabileceğine dair örnek teşkil eder. Ancak bu örnek, tam anlamıyla bağımsızlığa ulaşamamış, uluslararası sistemin baskıları ve bölgesel müdahalelerle sınırlanmıştır. Kürtlerin birleşik bir ulus olarak hareket etme iradesi, yalnızca federal yönetimlerle değil, ulusal birliğe dayanan siyasal iradeyle mümkündür. Bu nedenle Kürtler, statükoyu içselleştiren politik yaklaşımları aşarak kendi ulusal haklarını esas alan bir yönelime girmelidir.
Uluslararası hukukun sınırlamaları
Uluslararası hukuk, çoğu zaman halkların kaderlerini belirleme hakkını değil, mevcut devletlerin sınırlarını korumayı esas alır. “Uti possidetis juris” ilkesi, yeni oluşan devletlerin eski yönetim sınırlarını muhafaza etmesini öngörerek, Kürtler gibi çok devlete bölünmüş ulusların birliğini fiilen engeller. “İçsel” çözüm biçimleri, Kürtlerin karşı karşıya olduğu yapısal parçalanmayı hesaba katmadan statükonun korunmasına hizmet eder.
Kürtler bu zincirleri kırmalı; kendi kaderini tayin hakkını teorik değil, fiili bir gerçeklik haline dönüştürmelidir. Uluslararası hukuk, çoğu zaman ezilen uluslara değil, devletlere çalışmaktadır. Bu nedenle Kürtler, bu hakkı dayatmalı ve meşruiyetini kendi gerçekliğinden üretmelidir.
Sevr’den Lozan’a: Bir vaatten inkara
1920 tarihli Sevr Antlaşması, Kürt ulusu için devletleşme imkanını ilk defa uluslararası düzeyde tanımıştı. Ancak bu antlaşma uygulanmadan kaldırıldı ve yerine gelen 1923 Lozan Antlaşması, Kürtleri resmen inkar eden yeni bir düzen kurdu. Bu tarihsel kopuş, Kürt milletine yüzyıllık bir siyasal yokluk dayatmıştır. Bugün Rojava’da geliştirilmeye çalışılan ya da kesinlikle olması gereken konfederalizm Türkiye’nin müdahaleleri, Kürtler arasındaki siyasi birlik yoksunluğu , Kürtlerin gerçek bir temsiliyetinin eksikliği ve Batı’nın ikircikli tutumu nedeniyle sürdürülebilirlik sorunu ile karşı karşıyadır
Lozan’da temsili olmayan Kürdler, bugün yeni bir “Lozan”ın eşiğinde yeniden şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu sefer temsil varmış gibi yapılarak, Kürtlerin iradesi statükoya entegre edilmeye çalışılıyor. Kürt milleti, bu yeni oyunu bozmalı; tarihsel okumasını doğru yaparak geleceğini kendi elleriyle inşa etmelidir.
Batı’nın ikircikli tutumu ve sömürgeci statükonun sürdürülmesi
Batı dünyası, Kürt meselesine daima jeopolitik çıkarları üzerinden yaklaşmıştır. Kürtlerin siyasi talepleri, bölgesel dengeler ve ekonomik çıkarlar uğruna ötelenmiş; verilen sınırlı destekler çoğunlukla kısa vadeli stratejilere kurban edilmiştir. Batı’nın tutarsızlığı yalnızca dış politikaya değil, Kürd iç siyasetinde de etkili olmuştur: Kürtlerin ulusal birliğini öncelemeyen yapılar, bu desteği araçsallaştırmış; Kürt mücadelesini parçalı ve bağımlı hale getirmiştir.
Kürt milleti, artık kendi geleceğini başkalarının insafına bırakamaz. Kendi ulusal stratejisini, tarihsel sorumluluk duygusuyla inşa etmeli; içsel ve dışsal egemen güçlerin çıkar hesaplarına değil, kendi halkının taleplerine kulak vermelidir.
Ulusal sorumluluk ve özneliğin inşası
Kürt milletinin karşı karşıya olduğu tarihsel adaletsizlik yalnızca dışsal güçlerden kaynaklanmamaktadır. Sorun, aynı zamanda Kürtlerin kendi içindeki parçalanmışlık, ulusal sorumluluk alma iradesinin zayıflığı ve özneleşme eksikliğiyle de ilgilidir. Bugün hala Kürdistan’ın geleceğini değil, sömürgeci devletlerin çıkarlarını önceleyen siyasal yapılarla ittifak kuran, ulusal kimliği araçsallaştıran ve mücadeleyi ulusal tabanda değil hizbi düzlemde yürüten anlayışlar mevcuttur. Bu durum, yalnızca Kürt mücadelesini zayıflatmakla kalmaz; aynı zamanda uluslararası alanda Kürtleri ciddiye alınmayan bir aktöre dönüştürür.
Kürt milleti, kendi içinde ulusal birlik ve stratejik öznelik geliştirmedikçe, dış baskıların ve diplomatik oyunların hedefi olmaya devam edecektir. Kendi kaderini tayin hakkı, önce Kürtlerin kendi ellerinde yükselmelidir. Ulusal bir program, tarihsel bir irade ve örgütsel bağımsızlık olmadan bu hak yalnızca bir umuttan ibaret kalacaktır.
*kurdistan24.net/tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar K24 Medya’nın kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.