Belgelerle Kürt-Ermeni ilişkileri: Kürt tarihi adına okunan metinler, egemenlerin anlayışını yansıtıyor

Hüseyin Siyabend Aytemur

Hüseyin Siyabend Aytemur
Hüseyin Siyabend Aytemur

İSTANBUL (K24)

Araştırmacı - yazar Hüseyin Siyabend Aytemur’a göre Kürtler, kendi tarihlerini yazacak siyasal, sosyal bir statüye ve departmana sahip olmadığı için Kürt tarihi adına okunan metinler, egemen devletlerin anlayış ve yorumlarını yansıtıyor.

“Kürt tarihi bir çeşit ötekinin tarihi, ötekine ait belgelerden hareket edilerek yazılan bir tarih durumundadır. Dolayısıyla ötekinin gözlükleriyle, yorumuyla olaylara bakmak hatasına düşülebilir” diyen Aytemur, son dönemlerde Kürtlerle ilgili iddialar öne süren Türk tarihçi Taner Akçam’ın Kürtleri bedevi, vahşi, dağlı, hırsız gibi ithamlarla eş değer tuttuğu için feodal kavramını kullandığını vurguladı.

Ermeni isyanları sırasında Ermeni-Kürt ilişkilerinin hem çok boyutlu hem de karmaşık olduğunu ifade eden Aytemur,  tarafların bazen düşmanlık bazen de işbirliği yaptığını söyledi.

Hüseyin Siyabend Aytemur, “Osmanlı devleti çalkantılı döneminde Barzan karyesine yaptığı askeri operasyon sonrası Kürtlerin uğradığı zulüm ve baskılara karşı Şeyh Abdulselam Barzani, Kürt aşiretleriyle birlikte idari yapıya başkaldırmıştır” dedi.

Tarihi belgelerle konuyu ele alan araştırmacı – yazar Hüseyin Siyabend Aytemur K24’ün sorularını yanıtladı. 

Türkiye’de her yıl 1915 olaylarının yıldönümünde ‘Ermenilerin Kürtler tarafından katledildiği’ iddiası ortaya atılıyor. Bu yıl da Tarihçi Taner Akçam, “19. Yüzyılda Kürt bölgelerinde Kürt ağaları, evlenen Ermenilerin ilk gece hakkına sahiplerdi ve devletin (Osmanlı) dışından Kürtler Ermenilerden ayrı bir vergi alıyorlardı” dedi.  Bazı Kürt aydınları buna tepki gösterdi bazıları da destekler nitelik yazılar yazdı ve açıklamalar yaptılar. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz, böyle bir şey var mı? Varsa kimin döneminde olmuş, dönemin Kürt liderleri olaya nasıl yaklaşmışlar? 

Biliyorsunuz egemen düzen veya egemen devletlerin unsurlarının tarih yazımında, politika, iktidar, ideoloji bunların bileşenidir. Politika ve tarih ilişkisinde eksik, yalan yanlış bilgilere başvurulurken, bazen de suçüstü yakalanma korkusu nedeniyle kayıt tutmaktan kaçınırlar. Ama iletmek istediklerini bazen de sözle iletirler. Kitabına not etmez ama sözlü olarak iletir. 19. yüzyılda daha yoğun olarak tarihçilerin yazımı, kendi jeopolitik mevkilerini, nüfuslarını belli bir toprak parçası üzerinden genişletmek ve bu noktada devletlerinin hizmetlerinde olmasıdır. Mesela Osmanlı ve İran, Kürdistan topraklarını paylaşmak için kurdukları sınır komisyonlarının argümanları tarih kitaplarıydı. Yalanın, tekrarlana tekrarlana gerçeğe dönüşmesinin, gerçek olarak algılanmasının siyasetin, kültür ve kimliğin parçası olmasının örneği çoktur. Taner Akçam’ın ileri sürdüğü görüşler tarih söyleminin bir rejim savunuculuğu çerçevesinde yapılmasının tabii neticelerinden bir tanesidir. Bu söylemsel rejimin tarihsel alt yapısı; İngiltere ve Rusya arasındaki rekabet, Osmanlı-İran savaşları ve bunların neticesinde Kürtler ve Kürdistan üzerinden kendisini göstermesidir. Kesinlikle burada Taner Bey’i tartışmıyorum, şahsi bir mesele olmadığını ileri sürüyorum.

Berlin Antlaşması ile Ermenilerin statüsü, Balkanların yeniden yapılanması, Rusya’nın ekonomik gücünün zayıf olmasıyla, belirli bir toprak parçası üzerinden nüfuz artırmaya yönelik işgal politikası, özellikle sıcak denizlere inebilmek için ‘Ermeni milliyetçiliği’ duygusu önemli bir tercihti. Hatta Gülistan ve Türkmençay antlaşmalarını yine bu bağlamda ele almak gerekmektedir. Rusya’nın, Osmanlı-Kürdistan topraklarına olan ilgisinin altında Ermeni sorunu yer alıyordu. Berlin Antlaşması, Ermenilerin oturduğu vilayetlerdeki yapılanmasını öngören reformlardı. Bu durum, Kürtlerin, topraklarının parçalanması ile birlikte, savaşların bir parçası haline getirilmesi meselesi Kürtleri hep rahatsız etmiştir. Rusya, Kürdistan toprakları üzerinden nüfus artırmak için girişimleri bu temelde ilk olarak Afganistan’a kadar ilerlemeye başlamış, daha sonra 1864’ten 1873’e kadar Hazar denizine kadar yayılmıştır. Böylece Rusya 19. Yüzyılın ikinci yarısında Kürdistan jeopolitiğinde İran’ın kuzeyi ve Orta Asya’da en önemli güç haline gelmiştir.

İran’ın Kürdistan üzerinden Revan ve Nahcivan arasındaki toprakları ile Kuzey Azerbaycan’ı ele geçirmiştir. Rusya, 1877–1878 Osmanlı–Rus (ki ben buna Kürt ve Rus savaşı diyorum) savaşında ki başarısı ile Kürdistan şehirlerinden Batum’a kadar olan toprak parçalarını Osmanlı’dan alarak Kafkasya’ya tamamen yerleşti. Rusya burada tampon bir bölge oluşturmak için İran ve Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerin Erivan ve civarına göçünü teşvik etmiş ve buradaki Ermeni nüfusunu artırarak ileride kurulacak bir Ermenistan devletinin temellerini de atma girişimi başlamış olmaktadır. Ermeniler ise nüfus olarak üç saç ayağı üzerinden bu jeopolitiğe dahil edilmiştir. İran’da bulunan Ermeniler, Osmanlı/Kürdistan’da bulunan Ermeniler ve Hindistan’da bulunan Ermeniler.

“KÜRT-ERMENİ ÇATIŞMASINI İRAN TETİKLEDİ”

Kürtlerin Ermenilerle olan mücadelesi tam olarak nerede başlamıştır? 

İran, İngiltere ile Rusya arasında denge siyasetini uygulamak için ilk olarak, günümüz İran içinde, Kürt-Ermeni çatışmasını tetikler. Yani Kürtlerin bu jeopolitikte Ermenilerle mücadelesi, sadece Osmanlı bağlamında değil, İran’da başlamıştır. İlk çatışmalar Celali, Şikakî ve Haydaran aşiretleri arasında yaşanmıştır. Bunun nedeni ise bu Kürt aşiretleri Kürdistan parçalanmadan önce sınır kavramını henüz yok iken, bugünün Kürdistan’ın bir parçasından diğerine gidebiliyor olmasındadır. Zaten I. Erzurum ve II. Erzurum antlaşmaları da bu bağlamda yapılmıştır. Bu konuyu Şeyh Ubeydullah kitabımda genişçe ele almıştım.

İran, Osmanlı ile olan savaşı ve çelişkileri, Kürtlerin ulusal mücadelesi de ilave olunca İngiltere ve Rusya arasında denge politikası, savaşı Kürdistan’a taşıması ve İngiltere’nin Hindistan politikası ve ticari tolların kontrolü ile birlikte tüm bunlar kendisini Kürdistan üzerinde göstermektedir. Rusya diplomatları ve konsoloslukları bütün bu jeopolitikte nüfus ve etki alanını genişletmek için hem Kürtler arasında hem de egemen devlet arasında çelişkiyi artırmak için Ermeniler üzerinden din ve milliyetçilik unsurlarını son derece profesyonelce kullanmıştır. İşte Taner Akçam’ın kaynak olarak ileri sürdüğü iddiaların altına Sergey Tumansky’nin olması tesadüf değildir. Zira Tumansky; askeri stratejist, askeri tercüman ve birçok dil biliyor, Kürdistan’daki konsoloslukları yönetiyor, Rus ordusunda tümgeneral, Rus çıkarlarını korumakla görevli Doğu ve Kürdistan eğitim subayı, Osmanlı ve İran’da uzun zaman askeri görev yapmış bir şahsiyet. Tumansky’nin raporlarına, rivayetine atıf yapan Lazerev’e de aynı jeopolitik uygulamanın bir parçası olarak tarih kitaplarını kaleme almıştır. Lazerev’in “Emperyalizm ve Kürt Sorunu” kitabına baktığınızda, Emperyalizm kavramını, İngilizlerle eşleştirerek, Kürtleri, Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir noktaya çekmek istemektedir. Yine aynı paralelde Averyanov’un metni de öyledir. Bu metinler Kürt tarihi metni olarak okumak mümkün olmamaktadır. 

İngiliz ve Rus konsoloslarının, Kürdistan’da ki Hıristiyanlara dair yürüttüğü yüzyıllara varan politik yönlendirme, yalan ve abartı mekanizmasının en büyük mağduru Kürtlerdir. Bu nedenle Kürt tarihi bir çeşit ötekinin tarihi, ötekine ait belgelerden hareket edilerek yazılan bir tarih durumundadır. Dolayısıyla ötekinin gözlükleriyle, yorumuyla olaylara bakmak hatasına düşülebilir. Taner Bey bence bu hataya düşmüştür.  

“TANER AKÇAM RESMİ TARİH ANLATISINI CANLI TUTUYOR”

O süreçlerde Kürt-Ermeni ilişkisi nasıl ele alınarak yazıldı sizce? 

Ermeni-Kürt ilişkisi çeşitli zamanlarda Osmanlı-İran sınır savaşlarında, İngiltere ve Rusya’nın da yer alması, olaylar hakkında ve egemen sömürgeci bir bakış ve anlayışla yazıldı. Dolayısıyla Kürtlerin toplumsal yapısı üzerinde oluşturulan karmaşıklık karşısında suskun kalındıkça egemen tarih anlatımı ve kültürü her an daha fazla toplumumuzu etki altına almayı da beraberinde getirmektedir. İşte bu noktada Kürtler kendi tarihleri yazacak siyasal ve sosyal bir statüye ve bir departmana sahip olmadığı için Kürt tarihi adına okunan metinler egemen devletlerin anlayış ve yorumlarını yansıtıyor. Resmi tarih anlatısıyla hesaplaşmak önemli iken, Taner Akçam resmi tarih anlatısını veya daha doğrusu, söylemsel rejimini yalan da olsa canlı tutmak isteyenlerin bir parçası olmuştur. Burada önemli olan şey bir ifade veya belge ne kadar yalan olursa olsun söylemsel rejim veya mevcut egemen olguyu meşrulaştırma amacını taşıyor. Yalan belge, geleceğin, bugünün siyasi ideolojik pozisyonları desteklemek amacıyla kullanılmaya çok uygun bir zemin oluşturmuş olmasıdır. Mevcut otoriteyi meşrulaştırma yönteminden olan geleneğin her ne şekilde olursa olsun yalan ve yanlışta olsa tarihsel bir belge ileri sürmenin nedeni; günümüz siyasi ideolojik pozisyonları desteklemek amacıyla kullanılmaya çok uygun bir zemin oluşturmuş olmasıdır. Yani belge-uydurmada olsa-günümüzde siyasi tercihlerin argüman ürettikleri bereketli mi bereketli bir alan vasfı olmasını koruyor oluşudur. Unutulmaması gereken Kürt-Ermeni ilişkilerinde ki tartışmalar, mutabakat yerine, tekelci ve Taner Bey’in içine düştüğü yalan yanlış kamusal yorumları gibi aslından daha radikal ve dışlayıcı nitelikler taşıyabileceği gerçeğidir. Tarihsel bir metin veya belgeler en sarih ve tatminkar bile olsa, onu sorguya çekebiliyorsanız size konuşmaya başlar.

1

Taner Akçam’ın feodal, üst akıl ve Muhammediler kavramını kullanması ne anlama geliyor?

Taner Akçam, bir dizi formüle edilmiş kavramlarla söylemini güçlendirmeye çalışmaktadır. “feodal” kavramı bunlardan bir tanesidir. Kürtleri önemsizleştirerek bir mevki spekülasyonu yaptığı açıktır. Kürdistan’da yapılan tüm kültür, sanat, mimari, üretim gibi işleri Yahudilere, Farslara, Asurilere, Ermenilere, Türklere atfedildiği gibi, Taner Akçam’ın da Kürtlere reva gördüğü tutum doğal olarak bedevi, vahşi, dağlı, hırsız, gibi ithamlarla Kürtleri eş değer tutmak için feodal kavramını kullanıyor. Kürtlere karşı yüklemeye çalıştığı kişilik özelliklerini de kültür ve gelenek özellikleri ile de temellendirmeye çalışıyor. Yani feodalite kavramı cinsellik ve kadın üzerinden değerlendirmesi ile ortak bir kültürde yaşama standartlarından uzak ve onun gerektiği yaşam tarz ve standartlarını sağlayamayan bir statü belirliyor. Kürtler için çekincesiz hepsi, “başıbozuk” “yağmacı”, “çete” vb. tanımlamaları bir ön kabul olarak Kürt tarihi adıyla okuyucularına sunuluyor. Yani masamızda “yasallık” boyutundan uzak olan bir toplum var. Âdeta “zanlı” kavramıyla, yani suç işleme potansiyeline sahip bir topluluk olarak tanımlanmaktadır. İngiltere, Rusya, İran ve Osmanlı ile birlikte Ermeni tarihçiler! Ve en son Taner Akçam, Kürtler için “insani” bir konum vermemektedirler.

Tarih yazımı ile politikanın nasıl iç içe olduğu basit bir şekilde özetlersek, örnek olarak, egemen devlet önce bir alan belirler, o alan içinde bir hukuk saptar ve bölge içine resmi atamalar yaparak itaat edenleri ve etmeyenleri tanımlar. Böylece siyaset ve tarih kavramsallaştırılır. Akçam ayrıca bu yetmezmiş gibi “Muhammediler” kavramı ile de feodalite ve İslam kavramlarını da eşitleyerek Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında düşmanlığı körüklemek isteyenlerin bir parçası oldu. Ayrıca Ermeni yazarları her metnin altında Kürtlere hakaret etmeyi âdete bir gelenek haline getirmiştir. Her duadan sonra âmin dendiği gibi her kitabın makalelerinin altında Kürtlere hakaret etmeyi temel bir ilke olarak benimsemişlerdir. Bunu bir kişisel tutum olarak kabul etmemiz mümkün olmadığı gibi Taner Akçam’da bu söylemsel rejimin bir parçası olarak görmek gerekmektedir.

Tarih ancak doğru bilgi temelinde örülebilir ve tartışılabilir. Olmayan bir şeyi olmuş gibi göstererek ya da böyle kabul ederek “derin” bir tarihsel tartışmaya girmek dipsiz kuyuya taş atmak anlamına gelir. Nitekim hep de geliyor. Tarih elbette nihai tahlilde bir değerlendirme, bir yorum bir saptamadır. Bakın yine Akçam kendisine cevap veren bir grup Kürt aydın ve hamiyetli insanlarımızı “üst akıl” ile yönetildiğini iddia etti. Üst akıl kavramı ne ifade etmektedir?

Raporlarda sürekli tekrar edildiğini görmekteyiz. İngiltere, Rusya, Osmanlı ve İran arasında paylaşılan Kürdistan, bu bağlamda sınır tartışmaları başka açıdan; “yabancı güç” kavramıyla kendisini garantiye almaktadırlar. Osmanlı’nın yaşadığı meşruiyet bunalımı, sınır sorunlarının zorluğu simgesel ideolojik aygıtlara başvuruyordu. “Dış güç” kavramı ise, uzun yıllar Kürt politikasına yaklaşımı belirleyen tutumun göstergesiydi. “Dış güç” kavramıyla, “içişleri” dizayn edilerek, Kürtlerin uluslararası desteğinin önüne geçmek istiyordu.  Kürtlerin yardım taleplerini “içişlerine müdahale” prensibiyle önü tıkanıyordu. “Dış güç” veya “üst akıl” kavramıyla, Müslüman olduğunu iddia eden Osmanlı ve İran devletleri veya Taner Akçam, Müslüman ve Hristiyan toplumlar arasında oluşturdukları bu tür uçurumlardan ne ummaktaydı? Eğer her iki toplum arasında yaşananları “dış güç” kavramıyla özetleyen bu politika, travmalar üretmeye çalışan bir dış güç aranıyorsa, bu “güç”e bizzat kendilerinin dayattığı şiddet politikasıyla hizmet edildiği görülebiliyor muydu?

“TANER AKÇAM ÇÖZÜM SÜRECİNDE DE SUÇU KÜRTLERE ATMIŞTI”

Çok sayıda devlet Türklerin (Osmanlı) Ermenilere karşı soykırım suçu işlediğini kabul ediyor. Taner Akçam, daha önce de ‘Kürtler Ermenileri katletti’ demişti. ‘Kürtler Ermenilerden özür dileyecek mi’ şeklinde Türk basınında gündem olmuştu. Taner Akçam, neden katliamı Kürtlerin üzerine atmak istiyor? Bu bir devlet politikası mıdır sizce, birileri mi bunu söyletiyor?  1915 olaylarına ilişkin Rusya, ABD, İngiltere, Fransa gibi devletin kaynakları ne diyor?  

Şüphesiz! Kürtlerin ilişkili olduğu iktidar, devlet ve komşu milletler arasında ki bağı tanımlayacak olsak en basit bir ifadeyle baskıcı, otoriter iktidar ile komplocu muhalefet sarmalında kaldıklarını belirtmek gerekmektedir. Kürtler yer yer nefes aldığı dönemlerde Ermeni katliamı konusu önlerine gelmesi dikkat çekicidir. Örnek olarak yanlış hatırlamıyorsam Taner Akçam yine çözüm süreci döneminde bir iki röportaj vermişti, yine suçu Kürtlere atmıştı, daha sonra Ahmet Hakan, Taner Akçam’ın sözlerini Selahattin Demirtaş’a psikolojik baskı unsuru haline getirmişti. “Ermenilerden özür dileyecek misiniz” diye sormuştu. Selahattin Bey tarihçi olmadığını vurgulamasına rağmen Ahmet Hakan ısrarla aynı soruyu birkaç kez tekrarladı ve nihayetinde Selahattin Bey ‘Taner Akçam’a sorun’ dedi. Bugün de ABD Başkanı’nın Türk devleti aleyhine Ermeni soykırımı tanıması sonrası, Akçam bir anda algı değiştirerek açıklamayı Kürtler üzerine yoğunlaştırmayı denedi. Akçam, röportajlarında Kürt sorununa dair ileri sürdüğü iddialar bahsettiğimiz gibi resmi politika ile ne kadar ilişkili olduğuna dikkat çekmek gerekiyor. Akçam’ın bütün ifadeleri gelecek tarihçilere bugünden ulaşmak istemesidir. Ama Akçam geçmişten alıp bugüne ve geleceğe verebileceği bir argüman yoktur. Tarihçiler genellikle yaşadıkları dönemlerin değer yargılarının noteri ve güç ilişkilerinde bir cambaz gibidirler. İçselleştirdikleri egemen düşüncenin el feneriyle tarihe ışık tutukları, tarihi aydınlatıkları zannına kapılıyor. Ermeni ve Kürt ilişkisi ve onlar üzerinden üretilen siyaset ve tarih metinleri bir devlet politikasından bağımsız olabilmesi mümkün müdür?

Kürt ve Ermeni tarih söyleminde hangisi olursa olsun, öncelikle bir kurumsal sistemin eleştirisi en başta olması gerekmektedir. Daha sonra eksikliklerinin zayıflıklarının bir incelemesi ve onu iyileştirmeye yönelik olması gerekmektedir. Tarih eleştirisi kurumsal bir sistemin kör noktalarını ve sistemin değişme koşullarını açığa çıkaracak şekilde olması gerekmektedir. Tarih ve onu oluşturan olaylar arasındaki ilişkinin politik bağlarını göstermek gerekmektedir. Şimdi bu olayların ilk kıvılcımlarının nasıl başladığına dair birkaç kısa bilgi vermek istiyorum.

“AYASTEFANOS ANLAŞMASININ 18'İNCİ MADDESİNDE KÜRDİSTAN VAR”

Osmanlı-Rus savaşında bazı devletler bağımsızlığını ilan etti, bazıları da bağımsızlık için ilk adımlarını attılar. Peki, neden Kürdistan’da bir Ermenistan devleti için adımlar atılıyor?  

Malumunuz 1877-1878’de Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ağır bir yenilgi almış, Osmanlı-Rusya arasında 3 Mart 1878 yılında Ayastefanos Anlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma ile Karadağ, Sırbistan bağımsızlığını ilan etti. Bulgaristan, Bosna ve Hersek, Berlin antlaşmaları ile bağımsızlık süreçlerini tamamladı. Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden kopardığı bölgeler ardı ardına geldi. Ayastefanos Anlaşması’nın 18'inci maddesi Kürdistan bölgesini ilgilendiriyordu. Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya’nın komisyon üyelerinin Kürdistan bölgesinin idari yapısı ile ilgili ifadelerini ciddi bir şekilde dikkate alacağını ve İran sınırının kesin tespitini yaptırmayı kabul ettiğini beyan etmiştir. Bu süreç yukarıda da bahsettiğim gibi Kürdistan’da bir Ermenistan kurulması yönünde bir organizasyona dönüştüğünü görebiliyoruz. Bu noktadan sonra Kürt aşiretleri Osmanlı’ya ve İran’a karşı ulusal mücadele verirken, ilk önce İran kendi coğrafyasındaki Ermenileri Kürtlere karşı konumlandırmayı başarabilmiştir.

Ruslar ve İngilizler kiliselerde Kürdistan’da bir Ermenistan talebini toplumsal bir taban oluşturmak için faaliyetler yapmışlardır. Hatta bir örnek olarak Hakkari’de Deyr Manastırı Rahibi Vanlı Tokmakyan Arsin Berlin Konferansı’nın ardından Ermenilere muhtariyet verilmediğinden şikayet eden mektubu mahkemelere yansımıştır. İran kendi topraklarının Ermeniler tarafından yoğun bir şekilde kullanıldığı çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Ermeniler, İran tarafından Kuzey Kürdistan’a saldırı düzenliyordu. Ermenilerin İran içinde bu kadar rahat etmelerinin en önemli sebebi kuşkusuz İran’ın buna rıza göstermesi ve Osmanlı’nın yaptığı uyarılara rağmen Ermenilerin İran içindeki faaliyetlerini engelleme yönünde ciddi adımlar atmamasıdır. Osmanlı ile İran arasındaki yazışmalar bunu açıkça göstermektedir.

Ermeniler ve Kürtler arasındaki mücadele sadece Osmanlı egemenliği altındaki topraklarında değil, aynı zamanda İran içinde de yaşanmaktaydı. Daha önce bahsedildiği üzere Haydaranlı, Şikakî ve Celali gibi Kürt aşiretleri Kürdistan’ın iki tarafında da bulunmaktaydı. Kürt aşiretleri kendilerine yapılan saldırı sonrasında İran tarafına kaçan Ermenileri İran topraklarında da takip etmiştir. Bu takiplerde hem Osmanlı hem de İran Kürtleri arasında Ermenilerin kayıpları olmuştur. Bu çatışmalardan birinde İngiltere’nin Tahran Büyükelçisi Sir Mr. Durand’ın 6 Temmuz 1896’da Başbakan Lord Salisbury’e gönderdiği bilgi notunda, Tahran’daki Ermeni Patrikliği’nin Temmuz 1896’da Salmas’ta İran Kürtleri tarafından Ermeni göçmenlere bir saldırı düzenlenerek çok sayıda Ermeni’nin öldürüldüğünü kendisine bildirdiklerini belirtmiştir.

2

Peki, bununla ilgili İngiliz belgeleri ne diyor?

İngiliz belgelerine göre ise Temmuz 1896’da Osmanlı–İran sınırında meydana gelen çatışmalarda Ermenilerin İran’a kaçmaya karar verdiği, İran sınırına yakın Varak’a vardıklarında burada iki gün mola vermişlerdir. Bunlardan Hınçak üyesi 200 kişi Varak’tan ayrılmış ve kuzeye doğru gitmiştir. Fakat bunların çoğu bataklığa saplanarak ölmüşlerdir. Varak’ta kalanlar ise ertesi gün Salmas’a doğru yola çıkmışlardır. Fakat bunları takip eden bir grup Osmanlı askerleriyle çatışma yaşanmıştır. Diğer yandan İran Azerbaycanı ve Urmiye Gölü’nün batı bölgesinde Kürtler ve Ermeniler arasında mücadele yaşanmaktaydı. Özellikle Şikakî aşireti ile Başkale ve Kalasar arasındaki bölgede Ermenilerle iki büyük çatışma yaşanmış iki taraf da ağır zayiatlar vermiştir. İngiltere Tebriz Konsolosluğu’nun 9 Eylül 1897’deki bir raporuna göre ise, Salmas Ovası’nda Kürtleri mahkûm eden raporlar düzenlemiştir. İran’daki Kürt aşiretleri, Ermenilerin İran’daki faaliyetleri hakkında zaman zaman Osmanlı Devleti’ne bilgiler de vermekteydi. Bu bilgilerde Ermenilerin nerede ve kaç kişi olarak toplandıkları, nereye ve ne zaman saldıracakları belirtilerek sınırda gerekli önlemlerin alınmasını istemişlerdir. Elimizdeki belgeler Ermenilerin İran’dan gelip Kürtlere saldırması ve neticesinde Kürtlerin kendi sınırlarını korumak için Ermenilerle yer yer çatıştığını göstermektedir.

Çatışmalar nasıl başlıyor?

Kürtler ve Ermeniler arasında önemli saç ayağı olabilecek iki önemli mukatele olmuştur. Bunlardan en önemlileri 1894 Derik Manastırı baskını ile 1897 yılında Ermeniler tarafından düzenlenen Hanasor Katliamı’dır. Derik Manastırı baskını Ermenilerin Türkiye’ye silah ve cephane sevkiyatı ile Ermeni komitacıların saklandıkları önemli bir merkezdi. Kürtlere karşı bu manastırın kendilerine yapılan saldırılarda kullanıldığını düşünmekteydi. Bunu önlemek için 21 Temmuz 1894’te Kürtler Manastıra müdahale etti. Ancak Ermeniler bu saldırıya çok güçlü bir şekilde karşılık verdiler. Meydana gelen çatışmalarda çok sayıda Kürt, Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bu durumun Kürtler açısından moral bozucu olduğunu ve bunun ileride Kürtlerin intikam almak için yeni saldırılarda bulunmalarına neden olacağını anlayan Osmanlı Devleti, 30 Temmuz 1894’te Van Valiliği’ne gönderilen emirlerle sınır meselesi nedeniyle kontrol altına alınmasını istemiştir. Van Valisi Nazım tarafından 16 Kasım 1895 tarihinde gönderilen şifreli bir telgrafta Kürt kıyafetinde sınırı geçen bir grup Ermeni, Kürt aşiretlerinden 10 kişiyi öldürüp 50 kişiyi de yaralamışlardır. Bunun üzerine Ermeni köylerine saldıran Kürtler ikisi kadın olmak üzere 84 kişiyi öldürüp 42 kişiyi de yaralamışlardır. Van Valisi bu sayının sağlıklı bir şekilde araştırılması gerektiğini de ayrıca belirtmiştir.

Bir diğer olayda ise Mayıs 1896’da İran’dan gelen Ermeniler tarafından Kürtlere yönelik yapılan iki ayrı saldırıda toplam 6 Kürt öldürülmüş ve iki kişi de yaralanmıştır. Daha sonra ki 25 Temmuz 1897 Hanasor Baskını ise Kürtlerle Ermeniler arasındaki çatışmalardan en önemlilerinden biridir. Hamidiye Alayları ile Ermenilerin çatışması bu noktada başlamıştır. Sınırdaki Kürt aşiretlerinden biri olan Mezrik aşireti ve aşiret reisi ve aynı zamanda Hamidiye Alayı 20. Hafif Süvari Bölüğü komutanı olan Şeref Bey Ermeniler için büyük tehlike arz etmekteydi. Zira Ermeniler İran üzerinden Kürdistan’a saldırı düzenlerken karşısında Kürt aşiretlerini bulmaktadır.

“ERMENİLERİN EN BÜYÜK KORKULARI MEZRİK AŞİRETİDİR”

Ruslar ve İngilizlerin Kürtlere karşı Ermenilere ne gibi destekleri oldu?

İngiltere’nin Ermenilere silah tedariki yapıldığına dair hem Osmanlı hem de İngiliz belgeleri elimizde mevcut. İran üzerinden Van’a silah ve cephane taşıyan Ermenilerin en büyük korkularından birisi yine Mezrik aşiretidir. Bu yüzden bir ara silahların sevkiyatı için başka bir sınırı kullanmayı bile düşünmüşlerdir. Hem aşiretten intikam almak hem de sevkiyat üzerindeki en büyük engeli kaldırmak isteyen Salmas Taşnak Sutyun Örgütü, Hınçaklar ve Armenakanların da desteğiyle aşiretin Hanasor’daki çadırlarına saldırı planı hazırladılar. Baskın fikri Nikol Duman’dan gelmiştir. Komutanlar arasında Salmas’taki Azerbaycan Merkezi Komitesi’nden Yeprem Han, Rostom, Garo, Vartan Mehrpanian ve Iskhan Arghoutian’ da bulunmaktaydı. Baskın 25 Temmuz’da başladı ve 27 Temmuz’da sona erdi. İsyana yaklaşık 250 Ermeni katıldı. Kürdistan âdeta Ermenilerin mücadele alanı haline getirilmişti. Kürt aşiretleri zaten sınır anlaşmaları nedeniyle Osmanlı ve İran arasında bir dizi ulusla mücadele verirken Rusya ve İngiltere’nin desteğini alan Ermeniler de Kürtlere İran üzerinden saldırı düzenlemeye başlamıştır. Konuyu bu şekilde araştırmak gerekmektedir. Osmanlı ve İngiliz belgelerinde yer alan bilgilerden, Kürt aşiretlerinin ulusal mücadelesi hem Osmanlı hem İran hem de kurulacak bir Ermenistan için oldukça büyük bir engel ve tehdit olduğu anlaşılmaktadır. Kürtlerle mücadele etmenin kendilerine bir fayda sağlamadığını, aksine Osmanlı’ya karşı olan isyan hareketlerinde güç kaybettiklerini anlayan Ermeniler için tek bir çıkar yol kalıyordu: Kürtlerle işbirliği yapmak. 1900 yılında İran’daki Haydaranlı ve Şikakî aşiretleri ile Ermeni örgütleri birbirleriyle mücadele etmenin kendilerine bir yarar getirmediğini anlayınca barış yapmaya karar verdiler. Böylece iki taraf da ortak düşman olan Osmanlı Devleti’ne karşı daha rahat mücadele edebilme imkânına kavuşmuşlardır. Sınırdaki Kürt aşiretleri ile Ermeniler arasında kısa bir müddet geçicide olsa bir anlaşma yapılmıştır. Gerçekten de Ermenilerin Kürdistan’da bir Ermenistan fikrinin ve faaliyetlerinin önündeki en büyük engel Kürt aşiretleri olmuştur. Bundan dolayı da Ermeniler sık sık Kürt aşiretlerine saldırarak bunları öldürmüşlerdir. Kürtler de buna karşılık Ermenilere cevap vermiştir.

4

Peki, Fransız belgeleri Kürt-Ermeni ilişkileri hakkında ne diyor? 

Fransa ise raporlarında sık sık Kürt-Ermeni ilişkisi ele alıyor. Fransa raporlarını Bedirxan döneminden Şeyh Ubeydullah’a kadar uzun raporlar yazmıştır. Tanzimat Fermanı’ndan önce ve sonra yazılan raporlarda Kürtler ve Ermeniler arasında herhangi bir sorun olmadığı halde II. Erzurum Anlaşması sonrası Kürt-Ermeni çelişkisine dikkat çeker ve Berlin Antlaşmasına kadar olan süreci ele alırken Rusya’ya karşı İngiltere’ye dayanmaktan başka seçeneği olmadığını anladığından İngiltere’nin politikası benimseyerek Kürtler aleyhine pozisyon alır. Zaten Fransa Berlin Antlaşması’nda bunun ağır bedelini de ödemiştir. Bir tane rapor 36 sayfadır. Raporda, “Doğruyu söylemek gerekirse şunu diyebiliriz ki, Ermenilerin ve Hristiyanlar Kürt beyleri zamanında daha güzel günleri olmuştu; Osmanlı’nın 47 yıl anarşisinde ise onlar için şu feci sonuçlar gerçekleşti” dedikten sonra, Ermenilerin açlık, sefalet süreçlerini anlatırken, nihayetinde Berlin Antlaşması ile birlikte Osmanlı’dan yana tavır alan Hristiyan dünyası antlaşma sonrası bütün raporların, Kürtler aleyhine olduğunu görmekteyiz. Ranke’nin dediği gibi: “Bir ulusun en denli bağımsız olduğunu dünyadaki yeri belirler. Bu da devletin korunabilmesi için olanakların seferber etmesini gerektirir. En üst yasa budur.” Ama şunu belirtmek gerekmektedir, hiçbir egemen devlet böylesi bir şekilde Kürtleri yerden yere vurduğu halde Taner Akçam’ın o fütursuzca ileri sürdüğü iddiayı söylememiştir.

Türkiye’de neden Kürtlerin 'Ermeni Soykırımı'nda rolü varmış gibi yansıtılıyor sizce?

Yukarıda dediğimiz gibi Kürdistan’ın jeopolitiği, Kürtler üzerindeki baskı ve totalitarizmin ince kabasıdır. Bir topraktan hak talep etmenin en ekonomik yolunu seçtikleri için, zira Kürtlerin siyasal ve yasal statüsü olmadığı için diğerleri arasında öne çıkan Kürtler oluyor. Kürtlerin bugün ve gelecekte psikolojik baskı altına alarak siyasette temel bir misyon üstlenmelerini engellemek. Kürdistan’da bir Ermenistan fikrinin canlı tutulması ve bir hak yaratma eylemidir. Yani Ermenilerin ulusal hareketini simgeleyen ve buna uluslararası nitelik kazandıran Berlin Antlaşması’nı canlı tutmaktır.

HAMİDİYE ALAYLARI NEDEN KURULDU?

Abdülhamit ile Hamidiye Alaylarının ve İttihat Terakki ile Kürt ağalarının Ermeni katliamındaki rolü nedir? Olayların yaşandığı dönemlerde Kürtler ile Ermenilerin nasıl bir ilişkisi vardı? Sizce Ermeniler ile Kürtler arasında tam olarak ne yaşandı? 

Ermeni isyanları sırasında Ermeni-Kürt ilişkisi hem çok boyutlu hem de karmaşıktır. Bu dönemde bazen düşman bazen de işbirliği yaparak dost olmuşlardır. Osmanlı Devleti’nin Hamidiye Alayları’nı kurması ve Kürtlerin denetim altına alınması yönünde yaptığı girişimler, sınır antlaşmaları bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. İran Ermenileri, Osmanlı Ermenileri ve Hindistan Ermenileri İran ve Osmanlı bürokrasisinde etkili olmaları da konumuzun bir parçası olarak ele almak gerekmektedir. Kürtlerin kendilerinin de baskı gördükleri dönemde, Osmanlı’ya karşı Ermeni halkı korudukları, devlet politikasının bir aracı haline getirilmek istendiğinde de karşı koydukları görülmektedir. Bağlaşık güçlerin Kürt karşıtı politikaları, bazen açık bazen kapalı devam ederken, barış görüşmelerinde Kürt temsilcisi olan Şerif Paşa’nın Ermenilerle aynı masaya oturması bir kısım Kürtleri güvensizliğe iter. Her ne kadar konferans boyunca bu iki ulusun temsilcileri emperyalist oyunlar sonucu birlik olmaktan çok karşı karşıya gelmişlerse de o günün psikolojik ortamında sürdürülen propagandalar altında, olgular tam tersi bir görünüm almıştır. Sultan Abdülhamid’in ustaca politikaları sonucu kurulan Hamidiye Alaylarının iç güvenlik unsuru olarak başta Ermeni ve diğer Hristiyan unsurlarla karşı karşıya getirilmesi sonucu Kürt toplumunda devletin korunması kaygısından çok, Hristiyan-Müslüman çelişkisi kendisini güçlü bir şekilde göstermiştir. Taner Akçam’ın “Muhammediler” tanımlaması ile yapmak istediği de tam olarak budur.

“İRAN ERMENİLERE SİLAH VERDİ”

Ermenilerle Kürtler arasında ne zaman ve neden çatışma çıkmıştır?

Kürtler ile Ermeniler arasında mukatelenin kıvılcımlarından bir tanesi Haziran 1899’da Hakkâri’de Hamidiye Alayı Miralay Şeref Bey ve aşireti, yaylada bulunduğu esnada yaklaşık 60 kişilik bir Ermeni çetesinin saldırısına uğramıştır. Çıkan çatışmada 6 aşiret mensubu Kürt Ermeniler tarafından öldürülmüştür. 5 kişi de yaralanmıştır. Çatışma sonunda Benli Davider adlı bir Ermeni canlı olarak ele geçirilmiştir. Bu Ermeni’nin verdiği ifadelerden Belçika hükümeti tarafından İran Şahına gönderilen iki bin kadar sürmeli tüfeğin Doyce Levanet Leni Kumpanyası’na ait gemilerle Trabzon limanına ulaştırıldığı ve buradan da İran’a getirilerek Dilman ve Salmas’taki Ermenilerle Şiilere dağıtıldığı ve İran’ın bölgeye bir hayli süvari sevk ettiği anlaşılmıştır. Bunun üzerine İran nezdinde girişimlerde bulunulmuş ancak İran bunu reddetmiş ve olayın Van’a saldıran bir Ermeni çetesinin Kürtler tarafından takip edilmesi üzerine bir takım süvarinin silahaltına alınması şeklinde olduğunu belirtmiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, gümrük memurlarına İran’a gönderilecek olan eşyaların daha sıkı bir şekilde incelenmesi talimatını vermiştir. Van Valiliği’nden Hariciye Nezareti’ne gönderilen 11 Haziran 1906 tarihli diğer bir belgede de yapılan araştırmalar sonucunda İran devleti Ermenilere silah verdiğinin anlaşıldığı belirtilmiştir.

İran bir yandan İran içindeki Ermenilere yardım ederken, bir yandan da Kürdistan sınırını geçerek Kürt aşiretlerine saldırı düzenleyen Ermeni örgütlerini farklı ülkelerdeki İran konsoloslukları vasıtasıyla Ermenileri korumuş ve onlara her türlü desteği vermiştir. Olaylara karışmış Ermenilere rahat hareket edebilmeleri ve gerektiğinde kaçabilmeleri için, İran pasaportu temin etmiştir. İran konsolosluklarının bu yardımları Taşnak Sutyun Örgütü’nün resmi yayın organı olan Truşak gazetesinde yayımlanan ve Mehmetzade Mirza Bala tarafından tercüme edilen İran ve Turan isimli makalede şu şekilde ifade edilmiştir. “1894-1896 yıllarında Van ve Erzurum illerinde Ermeniler üzerinde soykırım yapılırken, dost Rus konsolosları Ermeni göçmenleri Osmanlı cellâtlarına teslim ederken, İngiliz konsolosu Ermenileri Türk toplarına hedef olarak kullandırdığı zaman ırkdaş İran milletinin konsolosları Ermeni milletini korumayı ve talihsiz Ermenileri soykırımdan kurtarmayı düşünüyorlardı. 1915–1916 yıllarında Alman ve Amerikan konsoloslarından çok İran Konsolosları Ermeni milletinin korunmasına çalışıyor, Ermenileri kurtarmayı düşünüyordu”

“ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE KÜRT-ERMENİ ÇELİŞKİSİ ARTMIŞTIR”

İran neden sürekli Ermenileri korumuş ve yardımda bulunmuş? 

İran’ın bu tür faaliyetlerini ortaya koyan birçok olay vardır. Örneğin; 1891 yılında Nahcivan ve Karabağ Ermenileri tarafından organize edilen ve Kürdistan’daki Bayezid sancağına karşı düzenlenen bir saldırıya İranlı yetkililer bizzat yardım etmiş. Osmanlı vatandaşı olan ve bazı faaliyetlere karışan Ermenilere İran’ın Batum şehbenderi tarafından pasaport temin edilmiştir. 1894 yılında Ermenileri Kürtlere karşı konumlandıran ve bu yönde birçok eyleme katılan Ağrı’nın Eleşkirt kazasına bağlı Toprakkale köyünden Nazaret Mardiros Paslekyan’a pasaport temin edilerek Tiflis üzerinden Romanya ve Bulgaristan’a kaçışı sağlanmıştır. 1896’dan 1906 ye kadar birçok Ermeni örgütüne mensup şahsiyetlere Kürdistan’daki faaliyetlerine destek ve pasaportlar konsolosluklar aracılığı ile sağlanmıştır. İran-Rusya, Osmanlı İngiliz politikalarının Kürdistan’daki en önemli saç ayağı Ermenilerdir. Bu durum Ermeni-Kürt işbirliğini önlemiştir. İki taraf arasında Ermeni isyanları boyunca devam eden çatışmaların temel sebepleri bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir.

Bu sebeplerden kaynaklanan çatışmalar bir süre sonra iki toplum arasındaki düşmanlığın artmasına sebep olmuştur. Ermeniler ve Kürtlerin durumunu 1896’da dönemin İngiliz Konsolos Muavini W.H. Williams: “Ermeniler kılıcın gölgesi altında yaşıyorlar” diyerek Ermenilerin İran üzerinden Kürtlere bir saldırı hazırlığı içine girmiştir. Kısa zaman öncede Van’da gündüz vatandaşlardan birine ateş açılarak Kürtlerin Hristiyanlara karşı nefreti oldukça derin ve açıkça artık birlikte yaşayamayacaklarını söylüyorlar. “Buradaki işlerin başına geçecek güçlü bir komutan gerekli ve vali gibi dindar biri olmamalı. Sadettin Paşa burada. Türkler onu çok seviyor, Kürtlerse çok korkuyorlar. Ermeniler ise burada olmasını memnuniyetle karşılıyorlar” şeklinde ifade ediliyor.

Osmanlı bir yandan ise Hamidiye Alaylarına yasallık vermek istemiyordu, zira Kürtlerin Ermenilere yönelik hareketlerinde birinci derece suçlu Kürtleri hedefe koymaktı.  Nitekim bu ihtiyaç Hamidiye Alaylarının Kürtlerden müteşekkil olunmasının sebeplerinden biridir. Ayrıca özellikle askeri güçlerin az olduğu yerleşim merkezlerinde vali ve kaymakamlar bunlardan zaman zaman yardım istemişlerdir. İngiliz Konsolos Muavini Williams bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Yaşananların sebebi bölgede polis gücünün kalmaması ve valilerin bunların yardımına ihtiyaç duymasıydı. Bunu fırsat bilen bazı Kürt aşiretleri zaman zaman Ermeni köylerini basarak yağmalıyorlardı. Bu durum öyle bir hal almıştı ki konsolos çözüm olarak, İngiltere hükümetinin Padişahtan bir irade yayımlamasını sağlayarak asker güçlerin valilere yardımcı olmasını önermiştir. Ona göre son Ermeni katliamlarından Kürtler sorumluydu ve bu durumun devam etmesine İngiltere’nin izin vermemesi gerekiyordu.”

İran’ın Ermeni meselesindeki tavrını belirleyen önemli etken Kürdistan’ın sınırlarının paylaşımı ve bu konudaki anlaşmazlıklarıydı. Abdülhamid’in iktidarı döneminde ve tahta inişine kadar Kürt-Ermeni çelişkisi artırılmıştır.

Bu dönemde iki devlet arasındaki sorunlardan en önemlilerini iki ülke arasında sınırların kesin olarak belirlenmesi ve buna bağlı olarak ortaya çıkan Kotur/Mahmudi Mergewer ve Binar meseleleri gibi sınır paylaşımı sorunlarıdır. Bir başka nokta sınırların denetimi sorunu, İki taraf aşiretlerinden Caf, Haydaranlı, Celali, Hemavend, Şikakî, Herkî, Barzan aşiretlerinin sınırların paylaşımını kabul etmemeleri. Ayrıca yine İran’ın Ermenilerin Kürtlere saldırmasında verdiği destekler. Şeyh Ubeydullah’ın Kürt ulusal mücadelesi ve yine sınır sorunu ve Rusya ve İngiltere’nin bölgedeki mücadelesi ve bunun Osmanlı-İran ilişkilerine etkileri. Hamidiye Alaylarını işte bu bağlamda değerlendirmek gerekmektedir. Doğal olarak mukatele bu dönemde şiddetlenmiştir.

“ŞEYH UBEYDULLAH, ABDÜLHAMİD’E MEKTUP DÖNDERDİ”

Şeyhi Ubeydullah Nehri ve oğlu Seyid Abdulkadir’in Ermeni Katliamı ve Ermenilerin meselesine yaklaşımı nasıl olmuştur, herhangi bir açıklamaları var mı?

Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları sonrasında Samih Paşa’nın raporlarının içeriği, Kürtlerin birçok defa dile getirdiği Kürdistan toprakları üzerinden bir Ermeni devletinin teşekkülüne dair muhalefetinin bir tekrarını içeriyor. 1876 yıllında Kanun-ı Esasi/Osmanlı Anayasası’nın yazılmasında Ermenilerin etkisi önemli bir yere sahiptir. Kerkor Odyan’da anayasanın yazılmasına iştirak etmiştir. Ermeniler ellerinde bulundurdukları bu imtiyazı, Kürdistan’daki ticari burjuvasına borçludur. Ermeni ulusal hareketinin yükselişini simgeleyen ve buna uluslararası bir nitelik kazandıran Berlin Kongresidir. Osmanlı-İran arasında Kürdistan’ın Kotur ve diğer sınır bölgeleri paylaşımı yaklaşık kırk yıl sürdü. 1877-1878’de Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ağır bir yenilgi almış, Osmanlı-Rusya arasında 3 Mart 1878 yılında Ayastefanos Anlaşması imzalanmıştı. Bu antlaşma ile Karadağ, Sırbistan bağımsızlığını ilan etti. Bulgaristan, Bosna ve Hersek, Berlin Antlaşmaları ile bağımsızlık süreçlerini tamamladı. Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden kopardığı bölgeler ardı ardına geldi. Ayastefanos Anlaşmasının 18'inci maddesi Kürdistan bölgesini ilgilendiriyordu.  Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya’nın komisyon üyelerinin Kürdistan bölgesinin idari yapısı ile ilgili ifadelerini ciddi bir şekilde dikkate alacağını ve İran sınırının kesin tespitini yaptırmayı kabul ettiğini beyan etmiştir. Kürtler, Osmanlı Devleti’nin bu konudaki zayıflığını biliyordu. Berlin Anlaşmasını izleyen yıllardan 1880’e ulaşıldığında Osmanlı yeni bir çehreye sahipti.

İç politikanın meşruiyeti yeniden tartışmaya açılmıştı. Şeyh Ubeydullah’ın Kanun-ı Esasi hakkındaki tutumu, açıklayıcı bir örnek olarak Kürdistan’a nasıl yansıyacağını belirtmektedir. Mithat Paşa’nın kalem aldığı anayasa tasarısını, Sultan Abdülhamid kendi otoritesi doğrultusunda dana önce yeniden düzenlemişti. Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesi ile Rus ordularının Trakya’dan Kürdistan sınırlarına kadar karargâh kurması, parlamentonun feshedilmesi silsilesi eş zamanlı uygulandı.

Şeyh Ubeydullah’ın Abdülhamid’e gönderdiği bir mektubunda konuya bölümde şöyle ifade ediyor: “İkincisi: Colemerg (Hakkari) kazasında Hristiyan milletinin Res-i olan Mir Şamun İlahi lütuf ve hazreti Zillullahı’nın sayesinde son derece zayıftır ve gücü yoktur ki devlet-i aliyenin bir tabur askerine karşılık versin, lakin memurlar tarafından ona müsamaha ve kolaylık tanındığından, kaç yıldır taği ve baği olmuş, üstüne düşen bir parça cizye dahi vermemiş ve ona yakın olan bazı İslam milleti bu müsamaha ve kolaylığa bakıp seyrediyorlar. Buda onların gönlünün soğumasına neden olacak. Eğer bazen sırf kalbi sadakatten dolayı veya halavet-i diniye gereği memurlara vaaz cihetiyle bu müsamahayı göstermeyin ve bu kolaylığı sağlamayın denilse, bu vaazlar onların menfaatlerine uymadığı için, bunu devlete başka şekilde ifade ediyorlar; hatta adı geçen şekavet öyle bir dereceye varmış ki bu yıl haksız yere İmadiye Kalesi dolaylarında on iki karye’ye, Müslümanlara/Kürtlere ait köylere hücum ettiler ve hepsini yağmalayıp yaktılar, öyleki beş Müslüman kişi ve bir evlad-ı Resul seyyid kişi elleri bağlı sağ olarak ateşe attılar ve yaktılar ve Müslümanlara saygısızlıkta geri durmadılar; bütün bunlara rağmen hükümet memurları, kendi şahsi menfaatları dolayı bunlara göz yumdular, Hristiyanlar saygı ve Müslümanlara hakaret güneşten daha apaçıktır. Binaenaleyh, Müslümanların arasında haddi olmayan soğukluluğun, umutsuzluğu sınırı yoktur, devlet görevlileri tarafından yapılan bu işler, Müslümanlar için artık tahammül edilemez bir noktaya ulaşmıştır, Buda tamamen devlet ve millet zararına neden olmuştur.”

Bu ikinci maddede Şeyh Ubeydullah, Kürdistan’da yabancı devletlerin etkinlik kazanmasına verilen olanakları izah etmiştir. Müslüman Kürtlerle iç içe veya yan yana yaşayan Hristiyan unsurların ise siyasallaşmış ve uluslararası devletlerin desteğini de alan Hristiyanlar üzerlerinde önemli bir yaptırımı gereksiz bırakıyordu. Kürdistan’ın ortasında kalan Hristiyanlar için yürütülecek politikalar daha kolaylıklı bir tarzda Kürtler üzerinden uygulamaya konmasına dikkat çekmektedir. İngiltere ve Osmanlı’nın müttefik oluşu, Hristiyanlar üzerinde herhangi bir yaptırımı engelliyordu. Osmanlı, resmi çevrelerin Mar Şamun’a verdiği imtiyazlar neticesinde Mar Şamun, Hakkâri ve Van bölgesindeki Hristiyan unsurların lideri konumdaydı. Bu durum Mar Şamun’un, Kürdistan’da Kürtlerin inisiyatif almasını kabul etmediği anlamına gelmektedir. Kitapta konuyu detaylıca ifade ettiğimiz gibi Mar Şamun vergi vermediği gibi Kürt mirlerine de saygı duymuyordu. Mar Şamun bazı şahsi husumetler ve dini düşmanlık sebebiyle bir grup askeriyle Şeyh Ubeydullah’a savaş açtığından, İngiliz desteğiyle Gever’e yaklaşıp ve bölgedeki ahaliyi perişan etmiştir. Şeyh Ubeydullah bunun üzerine devletin bir fermanı olmadan askeri birlik hazırlamayı riskli bulduğundan, Mar Şamun ile temas kurarak bu tutumundan vaz geçmesini ve bu zalimliklerine son verip barış içinde yaşamayı teklif eder. Şeyh Ubeydullah bu mektubunda da, Mar Şamun’un “İmadiye Kalesi dolaylarında on iki parça Müslümanlara (Kürtlere) ait köylere hücum ettiler ve hepsini yağmalayıp yaktılar sağ olarak ateşe attılar ve yaktılar ve Müslümanlara saygısızlıkta geri durmadılar; bütün bunlara rağmen hükümet memurları, kendi şahsi menfaatları dolayı bunlara göz yumdular” diyerek; Mar Samur’un tutumundan bahsetmiştir. Bu ifadeler Tanzimat’ın nasıl uygulandığı konusunda hayli açıklayıcı bir durumu tefsir eder niteliktedir. Böylece Osmanlı-İran, İngiltere-Rusya rekabetleri Kürdistan’da sınır savaşları için müttefik arayışının en açık bir şekilde tüm maliyeti Kürtlere kesilmiştir.

İngiltere, Şeyh Ubeydullah’ın Osmanlı devletiyle neden uzlaşmasını istemiştir?

İngiliz elçisi Clayton, Şeyh Ubeydullah ile yaptığı görüşmede Osmanlı devleti ile uzlaşmasını talep etmiştir. İngilizler için Osmanlı’nın toprak bütünlüğü, bölgesel güç olan Rusya’ya karşı tampon görevi görüyordu. Aynı zamanda Nasturi ve Ermeniler hakkında reformlara dikkat çekilmişti. En nihayetinde bu reformlarda hiçbir zaman Kürtler hesaba katılmamıştı.

Şeyh Ubeydullah’ın o zaman ki politikası Taner Akçam’ın Kürtlerle ilgili iddia etiklerine bir cevap niteliğinde olması mümkün mü?

Şeyh Ubeydullah adeta 4 Ekim 1880 yılından bugüne Taner Bey üzerinden bir mesaj vermektedir, nasıl? Bakın: Şeyh Ubeydullah’ın İngiliz misyonere gönderdiği mektupta:  “Bugün tüm devletlerde buhran ve fesat konusunda ün kazanmışlardır ve bu Kürdistan için şöyle bir algı oluşmuş ki, örneğin bir kişiden bir zarar görüldüğü zaman bin dürüst ve doğru kişiyi o tek bir kişiden dolayı kötü bir nam ile küçük düşürmeye çalışıyorlar. Siz cenapları bunu kesin olarak bilin ki, bu durumun ortaya çıkışı tamamen İran ve Osmanlı devletlerinin memurlarının kötü yönetiminden kaynaklanmaktadır. Kürdistan söz konusu iki devletin arasında yer almakta ve iki devlet de kendi çıkarlarını hesaplayarak, Kürdistan topraklarında, iyi ve kötü insanları birbirinden ayırt etmiyorlar. Dolayısıyla da kötü olanlar kötülüğe devam ederken, iyi olanlar da bundan dolayı lekelenerek küçük düşürülüyor. Kuşkusuz sizin de duyduğunuz eşkıya Ali Ağa Şikakî’nin elidir ki kötülük ve fesatla ün kazanmış ve içerdeki ve dışarıdaki Müslüman ve gayriamüslim milletler hakkında kötülük yapmaktadır. Bütün devletler (Osmanlı ve İran) onun fesat işlerinin farkına varmıştır, ancak İran tarafından da ister güçsüzlükten ister göz yummaktan dolayı müdahale edilmez ise o da kötülükler yapmaya devam edecektir. Diğer bir örnek de Osmanlı devletine bağlı olan Herkî aşiretinin ve onların fesat işleri de ortadadır. Kötülükleri her bir halka ulaşmış ama Osmanlı da İran’ın yaptığı gibi onları terbiye etmekten acizdir veya göz yummaktadır. Kürdistan bu nedenle adı kötüye çıkartılarak düşük ve basit görünüyor. Dolayısıyla burada iyi ve kötüler birbirinden ayrım yapılmıyor. Bu nedenle de Kürdistan büyükleri gerek İran gerek Osmanlı tebaası, hepsi şu konuda birleşmişler ki, söz konusu iki devlet ile bu şekilde beraber yaşamaya devam etmeyeceklerdir. Hâlihazırda Avrupa devletlerinin bu mevzuyu anlayarak bizim halimizden haberdar olmaları konusunda emin olmak isteriz. Biz de ayrı bir milletiz, işlerimizin ipini kendi elimizde tutmayı isteriz. Böylece kendi eşkıyalarımızı dizgine getirme konusunda bağımsız ve güçlü hareket edebiliriz. Biz de diğer milletler gibi bir imtiyaz sahibi olmak isteriz ve o zaman kendi eşkıyalarımızı diğer milletlere zarar yetirmesin diye dizgine getirme işini üstlenebiliriz. Amacımız budur.

Yine Nasturi ve Ermenilere ile ilgili Samih Paşa gönderdiği raporda Ruslar ve İngilizler tarafından Nasturi ve Ermeniler silah verildiği ve İran devleti tarafından da imtiyazlar sağlanacağı ifade edilmiştir. Rusya’dan Nasturiler ile Ermenilere verilmek üzere gönderilen silahların sayısı on bini aşmaktadır. Bundan öncede üç bin silah daha önce dağıtıldığı belirtilmiştir. Raporun devamında ise Kürtlerin elinde ise hiç silah olmadığına dikkat çekilmiştir.  Zira Ermeni ve Nasturiler Kürdistan da bir Ermenistan konusunda Kürtlere karşı savaş açtıkları Hatta Nasturi temsilcisi Mar Şamun Şemdinan topraklarını alacağını belirtmiştir. Bu durumu hem belge ve raporlar hem de Şeyh Ubeydullah’ın kâtibi Wefai bu durumu hatıratında ifade etmektedir. Şeyh Ubeydullah’ın Mar Şamun ile görüşmesinin sonuçlarını belgelere yansımıştır. Konuya dair detay için “Osmanlı Arşiv Belgeleriyle Şeyh Ubeydullah ve Sınır Savaşları ve Antlaşmaları” kitabımıza başvura bilinir. Şeyh demek istiyor ki Taner Bey şayet Kürt ve Ermeni ilişkisinde doğru ve insani bir konuma getirilmesine taraftar ise bir Kürt devletini yüksek sesle dinlendirmelidir. Taner Bey’i referandum sürecinde takip etmiştik, Kürdistan referandumuna destek verdi. Bu desteği sürekli kılmak gerekmektedir. Bunun içinde tarihsel veriler ileri sürülürken, resmi tarih söylemi ile hesaplaşmak, Kürt devleti için önemli bir basamaktır. Bu çelişkiye düşmemek gerektiğini düşünüyorum. Bir Kürdistan devleti, Kürt ve Ermeni veya Hristiyan unsurlar için bir mozaik oluşturacaktır.

“CİZRE, MUSUL’DAN GÖÇ ALIYORDU”

Yine bazı Türk tarihçiler, Bedirxan Beg döneminde Kürt beylerinin Ermeni çiftçiler ile bazı nüfuzlu Ermenilerin topraklarına el koyduğu iddia ediyor. Sizin araştırmalarınıza göre bu doğru mu?

Bedirxan Beg hakkında hem Osmanlı paşalarının hem de İngiliz konsolosluklarının yazdıkları raporlarda, Mir Bedirhan Beg idaresi altındaki toplumlarda hem siyasi emniyet söz konusu olduğu gibi, ekonomik olarak da ağır vergilere tabi tutmamaktadır. Bu nedenle Cizre, Diyarbakır ve Musul’dan göç alıyordu. Toprağın ziraata kazandırılması güven ortamının olması, Şirvan, Garzan, Sefer, Rıdvan kazalarını kendisine bağlanmasına neden oldu. Cizre’ye bir nüfus akışı başlamıştı. Diyarbakır’daki Osmanlı idaresinin zayıflığı, Musul’un tarihsel savaş karakterinin yansıdığı siyasi baskılar ve otoriter yapısı Cizre’yi daha cazip yapıyordu. Bu durum Bedirxan Beg’in siyasi, askeri ve ekonomik olarak güçlenmesi anlamına da geliyordu. 19. Yüzyıla kadar Kürtler birlikte yaşayan Nasturiler hiçbir sorun yaşamamışken bu dönemde Nasturi meselesi nasıl oluyor da ortaya çıkmıştır? Doğallığın biçimi nasıl bozulmuştur? İlişki nasıl bir yönetim kavgasına dönüştü? İngilizler Nasturiler üzerinden bir iktidar politikası olarak kendisini nasıl hissettirmiştir, Nasturilerin Protestanlaştırılması politikası ve Nasturiler tarafından Hristiyan Rahip İsmail’in öldürülmesi ve bu operasyona bir takım Kürtlerin dâhil edilmesi meseleleri ayrı bir tartışmayı gerektirmektedir.

“OSMANLI KÜRDİSTAN’DA ÇATIŞMALARI ALEVLENDİRMEK İSTİYORDU”

Kürtler ile Nasturilerin ilişkileri neden bozuluyor? 

Bedirxan Beg’in hakimiyetini zayıflatmak amacıyla Osmanlı Devleti Kürdistan’da dini ve etnik çatışmaları alevlendirmek istiyordu. Cizre’nin Diyarbakır ve Musul arasında idari yapılanması meselesinde, Nasturilerin Musul Valisi ile ilişkisi ve bu ilişki üzerinden Bedirxan Beg’in tehdit edilmesi, Nasturi meselesinin tarihsel arka plan olarak Cizre’nin idari yapılanması ile ilgili olduğu sonucuna varabiliyoruz. Kürtler ve Nasturiler arasındaki çelişkiden Nasturiler sorumlu tutulmuş, hatta Musul ve Erzurum Valileri Nasturi/Tayyarilerin yağma yaptıklarını, İmadiye’de 16 Kürt’ü haksız yere Nasturiler tarafından katledildiği rapor edilmiştir. Bedirxan Beg’i merkezi politikaların içine çekmek isteyen İngilizler, bu politikaları Nasturiler üzerinden yapmaktaydı. Bedirxan Beg’i, ekonomik olarak zor durumda bırakmak için vergi verilmesinin reddi de konuya dâhil olunca çatışmalar kaçınılmaz olmuştur.

Nasturilerle ilgili belgelerde de ifade edildiği gibi önceden silahlanmış ve isyan etmiştirler. Kısa sürede Nasturilerin isyanı bastırılır. Nasturilerin ileri gelenleri Musul’a kaçıp İngiliz konsolosluğundan yardım isterler. Böylece Nasturilere karşı yapılan bu hareket İngilizlerinde işin içine dâhil olmasına sebep olmuştur. Bedirxan Beg tüm bu iddialara cevap verdiği gibi, misyonerlerin Kürdistan topraklarında Nasturiler üzerinden müdahil olmasından rahatsız olmuştu, Misyoner faaliyetleri o derece ileri gitmişti ki, Misyonerlerin Hakkâri’de özel okul olarak tasarladıkları bina, iki alay nizamiye askeri sığacak kadar büyüktür. İngiliz arkeolog Austen Henry Layard, Kürt ve Nasturi ilişkisinin bozulmasına neden olarak bu misyonerleri işaret etmektedir. Özellikle Amerikan ve İngiliz misyonerleri yüzyıllardan beri aynı coğrafyada uyum içinde yaşayan Kürtler ve Hristiyan topluluklar arasındaki dostça ilişkilerin bozulmasında büyük bir rol sahibidirler. Kürdistan’da misyonerlerin tanıklıkları her ne kadar birinci el kaynaklar arasında zikredilse de raporlarda vermiş oldukları bilgiler son derece kasıtlı bir abartma vardır. Bu nedenle, yazışmaları değerlendirirken bu durumu göz önünde bulundurmak son derece önemlidir. İngiltere’nin Kürt politikasının önemli bir ayağı da bu misyonerlerden oluşuyordu. Bu savaş Nasturi-Kürt savaşı değildir. Zira Nasturiler kendi arasında bir çatışma içindedir. Nasturiler Marşimon’dan memnun olmadıklarından Tayyarilerilere karşı Kürtler ile birlikte hareket etmektedirler. Nasturiler çatışma yaşanmadan önce Kürt köyünü basmış, 50 kişiye yakın seyid katletmiş, köyün mescidini de kiliseye çevirmişlerdir. Mir Bedirxan Beg bu nedenle Nasturilere müdahale etmek durumunda kalmıştır. Ama konunun ana özeti Cizre’nin Diyarbakır ve Musul arasında idari yapılanması meselesinde, Nasturi meselesinin tarihsel arka plan olarak Cizre’nin idari yapılanması ile ilgili olduğu sonucuna varabiliyoruz.

“ŞEYH ABDULSELAM, İDARİ YAPIYA BAŞKALDIRDI”

Şeyh Abdulselam Barzani'nin Ermenilerle yakın ilişkisi olmuş mu?

Şeyh Abdulselam Barzani sosyal ve siyasi bir otorite olarak 31 Mart Vakası ile hareket ordusunun tasfiye edilmesi, Abdülhamid’in tahtan indirilmesi sonrasında merkezi otoriteye karşı bir duruş olarak sahaya çıktı. O dönemde Barzan bölgesi merkezi otoriteye dahil edilemediğinden, kendilerine özgü olan Kürt karakterini koruyabilmişlerdir. Osmanlı Devleti çalkantılı döneminde Barzan karyesine yaptığı askeri operasyon sonrası Kürtlerin uğradığı zulüm ve baskılara karşı Şeyh Abdulselam Barzani Kürt aşiretleri ile birlikte idari yapıya başkaldırmıştır. Her ne kadar belgelerde gasp ve yağma olarak raporlara yansısa da Şeyh Abdulselam’ın kendisi ve bir grup aşiret beyleri ve köy muhtarları ile birlikte imzalayıp gönderdiği mektupta; Osmanlı Devleti memurlarının zulmüne maruz kaldıklarını belirtmektedir. Akre ve Zibar bölgelerinde yaşayan Yahudi, Hristiyan ve Keldanilerin merkezi idareye gönderdikleri mektupta Şeyh’in Akre’den Zibar, Şirvan, Kerkük ve Musul’a kadar olan bölgeyi denetim altına aldığını ifade etmektedirler. Şeyh hakkında yer yer şikayet eden gayrimüslimlerin aksine Musul'dan Van’a kadar sınır hattında ki Hristiyan unsurlar ile görüşen Wigram, Şeyh’in Hristiyanların dahi şeyhi olarak kabul edildiği belirtmektedir. Bir başka belgede ise İran Ermenilerin Şeyh’e karşı savaştığını da belirtilirken, 1909 yılı sonu Şeyh Abdulselam’ın Hristiyan Tayyari aşireti ile birlikte hareket etiği birçok belgeye yansımıştır. Hakkâri sınır hattındaki Hristiyan aşiretlerin Şeyh Abdulselam’ı desteklediği hatta Şeyh sınırdan geçerken Hristiyan köylere sığındığı ve onu himaye ettiğine dair birçok belge raporlara yansımıştır. Şu an Osmanlı Arşiv Belgeleriyle Şeyh Abdulselam’ı çalışmaktayım, umarım kısa zamanda derli toplu bir metin ortaya çıkar.

Şeyh Selim döneminin öncesi ve sonrasında Kürtler ile Ermenilerin ilişkisi nasıldı? Sanırım bu dönemlerle ilgili bir rapor hazırlanmış. Raporu kim ve ne amaçla hazırlanmıştı?

Şeyh Selim başkaldırısı Şeyh Abdulselam ile birlikte değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlar alınabileceğini düşünüyorum. Hareketin Bitlis çevresinde sınırlı olarak yaşanması onu daha çok Ermenilere karşı bir konumlandırma ilk akla gelen algılardan biri olmuştur. Bunun nedeni ise daha önceden Hizan çevresinde Kürtler ile Ermeniler arasında yaşanan olaylardır. Fakat kısa bir zaman sonra ortaya çıkan açıklamalar Şeyh’in Ermeniler aleyhine olmadığı Ermeni Patrikhanesinden resmi açıklama yapılmıştır. Bu konuya dair Ermeni basınında yer alan haberlerin doğru olmadığı Bitlis Ermenileri tarafından tekzip edilerek ifade edilmiştir. Bu tekzip ile ilgili İkdam Gazetesinin 6149 numaralı sayısında da yer almıştır. “İlk hamlede bu teşebbüsün Ermenilerin aleyhinde zannedilmiş ise de Patrik Efendi’nin ifadesinden anlaşılıyor ki sonradan harekatın Ermenilere karşı olmadığı tahakkuk etmiştir. Kıyam eden reislerin Bitlis’teki Ermeni mürahhasasına gönderdikleri mektupta Ermeniler korku ve endişeye düşmesinler” şeklinde. 

3

O dönemde Kürt aydınları ve âlimlerinin Ermeniler konusunda görüşleri nelerdir?

3 Ekim 1910 tarihli raporda, Van Valisi Bekir Sami Bey’in Kürtler ve Ermeniler arasında çelişkileri artıran politikalarına dikkat çekilmiştir. Rapor üç nüsha olarak Sadaret-i uzmaya (Başbakanlık Yüksek Makamına),  Meclisi Ayan Riyaseti Celilesine (Seneto Meclisi Yüksek Makamına) ve Dâhiliye Nezareti Celilesi’ne (İçişleri Bakanlığına) gönderilmiştir. Raporu Kürdistan’da Van hattında yetkin aşiret reisleri, muhtarlar ve imamlardan oluşan 24 kişilik bir heyet tarafından gönderilmiştir. Raporda dikkat çeken nokta şu şekildedir:

“Van vilayetinde yaşayan ve Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Ermeni ve diğer ahalinin Rusya’da şahsi hürriyetleri alınmış ve dilleri ve konuşmaları yasaklanmış olan İslamlar/Kürtlerin ile durumları bir olur mu? Şöyle ki; geçen sene Ayandan Seyyid Abdülkadir Efendi Van vilayetinin teşvikiyle halka Meşrutiyetin özelliklerini ve halka yarar getirdiği ile ilgili yapmış olduğu nasihatlar halkın üzerinde büyük bir tesir bırakmış ve onun sayesinde muhtelif unsurlar arasında tam bir kaynaşma sağlanmıştır. Ve herkes Meşrutiyetin iyi ve güzel tarafına nail olmuştur. Bu sayede değişik unsurlardan oluşan Van vilayeti cennet gibi olmuştu. O sırada Van Valisi Bekir Sami Bey’in her nasılsa Meşrutiyete muhalif olarak icra eylediği kanunsuz ve keyfi bazı fiil ve davranışlardan dolayı Seyyid Abdülkadir Efendi Van Valisi aleyhinde İçişleri Bakanlığına bazı yazılar göndererek şikâyette bulunmuş. Zaten Meşrutiyetin ilanına karşı öteden beri başkaldırıda bulunan Kürdistan halkı ve buna karşı kahrolmuş olan Başkaleli Hamit Paşa ve Şeyh Hakim ve Şeyh Yusuf ve Gevar Müftüsü Kasım Efendi ve Şemdinanlı Seyyid Taha Efendiler gibi müstebidler valinin bu kanunsuz icraatını görünce fırsattan istifade ederek bir daha üstünlüğü elde etmek maksadıyla ötede beride sırf vakit geçirmeleri cihetiyle günden güne istibdat kabusu Van vilayetinin her tarafını sarmıştır. Bu istibdadın yegâne sebebi ise Van cihetinde Said Bey’in takibine Ermenilerin sevk edilmesidir. Bundan dolayı Van bölgesinde Ermeni ve Kürt unsurları arasında nefret ve düşmanlık sonsuz bir safhaya ulaşmış ve bu sayede zülüm ve istibdat her tarafa bulaşmıştı…”

Sıklıkla örneklendirebileceğimiz bu ve benzeri raporlarda benim görebildiğim kadarıyla Kürtler, Hamidiye Alaylarından yararlanma yolunu, iki noktada seçti. Birinci olarak Kürtlerin İslam dünyası içine dahil etmek ve böylece destek bulabilmek, ikincisi ise Ermeni bağımsızlık hareketinden yararlanarak Kürt milli ordusunu yasallaştırmak ve bağımsızlığa doğru adım atmak. Bu çerçevede Bediüzzaman Said-i Kurdî/Nursî’nin dediği gibi: Ermenilerin hürriyeti Kürtlerin hürriyetinin rüşveti olacaktı. Osmanlı devleti ise bu noktada Kürtlerin bastırılması, Uluslararası devletler ile Kürtleri karşı karşıya getirmek için politikayı gevşetmesi.

Hatta Erzurum’da Hamidiye Alayları mensubu, Rus tebaasına karşı aşırı harekette bulduğuna dair gelen bir raporda; Kürtler ile Rusya’yı karşı karşıya getirmenin, Osmanlı devletini zora sokabileceğini, bu nedenle uluslararası bir çatışma ihtimaline karşı da daha fazla ileri gidilmemesi gerektiğine dair askeri yetkililer, Hamidiye Alaylarını feshedilmesi gerektiği ileri sürmüşlerdir. Bu noktada Kürtler, Osmanlı devletinin politikasını boşa çıkarmak için Kürt-Ermeni dostluğunu kaçınılmaz olarak geliştirilmesi gerektiğini belirttiler.

Ben, Osmanlı için Hindistan’daki İngiliz modelinin, Osmanlıya ilham olduğu düşüncesindeyim. Özellikle aşiretlerin eğitim üzerinden kontrol edilmesi ile Hamidiye Alayları’nın idari yapısı. Kürt aydınları ve alimleri bu noktada bir strateji belirlemeleri gerekiyordu. Kürt aydınları, Hamidiye alaylarının bu hengâmede Ermenilerle olan mukatelesi, Osmanlı tarafından Aşiretlere müdahale edilmemesi suçluların yargılanmaması gibi politik tavrının sebebi, Avrupa ve diğer güçlerin, sorunu Kürtler üzerine yığmayı planladıklarını da fark ettiler. Bu noktada Kürt aydınları Hamidiye Alaylarının yasallaştırılması talebi, Kürtler üzerinde uygulanmak istenen bu keşmekeşlik politikalarını boşa çıkarmayı amaçlamaktadır.

SAİD-İ KURDİ’NİN ERMENİLERE YAKLAŞIMI

Said-i Kurdi’nin Ermenilerle yakın teması olmuş mu ve Ermeni Katliamı hakkında neler söylemiş?

Said-i Kurdi, birçok eserinde Ermeniler ile Kürtlerin dini, siyasi, hukuki, ekonomik ilişkilerine dikkat çekmiştir. Bu konuda Münazarat eseri ve Kürt basınındaki makaleleri genişçe yer vermiştir. Ben şu an zihnen bu konuyu bu röportaja sığdırabileceğimi zannetmiyorum. Bu konunun bölgesel güçler tarafından Kürtlere karşı uzun yıllar bir argüman olarak ileri sürüldüğü açıktır. Said-i Kurdi ve Kürt ulema ve beyleri ile birlikte kaleme aldığı telgraf, aynı ifade ettiğimiz şekilde sorulara dikkat çekmektedir. Kürtlerin içinde bulunduğu bu zayıf halka olan Ermeniler üzerinden Kürtleri bir bütün olarak insan dışı olmak ile suçlamak en ekonomik yol olarak benimsenmiştir.

Bediüzzaman, “Ermenilere hürriyeti Kürtlerin hürriyetinin rüşvetidir” sözü ile sorunun ne kadar karmaşık bir hale geldiğine dikkat çekmektedir. Osmanlı, meşrutiyet döneminde müspet yönde gelişen Kürt-Ermeni ilişkisini, olumsuz yönde gelişmesini istemektedir. Osmanlı devleti Uluslararası devletlere karşı Kürtlerin kamusal imajını Hamidiye Alayları üzerinden göstermeye çalışırken, Said-i Kurdi de Osmanlı’nın bu politikasını boşa çıkaranlardandır. Kurdi, Kürt aşiretleri ile yaptığı görüşmelerde, özelliklede soruna, hem dini hem de milli perspektifte yaklaşmıştır. Sorunu adalet ve eşitlik temelinde şekillendirmiştir. Osmanlı devletinin istibdadı esas alan politikalarının sonuçlarından bir tanesi de, Kürtlerin, hem meşrutiyete karşı, hem de Ermenilere karşı, hem maddi hem de manevi bir istibdat altında olmasına sebep olmuştur. Bir kesim Kürtler, meşrutiyete sahip çıkmak, dini terk etmek olarak algılanmıştır. Ermenilere olan yaklaşımı ise, dünyayı iki kutba ayırıp, Müslim ve gayrimüslim, perspektifinde yaklaşmışlardır. Bu yaklaşım, imparatorlukların, krallıkların, ulusal devletlere dönüşmesini -ki Osmanlıda bu dönüşüme dahildir- toplumsal yapıların artık daha özgür, daha düzeyli, daha bilinçli, fertlerin bile sorumluluk alanın daha da genişlediği, bir çağda, Kürtlerin içinde bulundukları çıkmazları bu konsept çerçevesinde ele almaları, hem benliği, hem de onu oluşturan değerlerin boğulduğunu görmekteyiz. Ermenilere ortaçağın politikaları ile yaklaşmak, bununda sözde İslam’ın emri gibi algılanması, Osmanlının merkeziyetçi muhafazakar din anlayışından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin içinde bulunduğu hale-i ruhiyeyi, Said-i Kurdi’ye gelen sorular olan Münazarat eserinde muhatap olduğu sorularda bulmak mümkün. Tüm bu tartışmaları, Münazarat eserinde ve makalelerinde ele almıştır. Birçok sorudan bir tanesi gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki Kürtler üzerindeki büyük güç sadece Osmanlı değil uluslararası güçler ve Ermenilerdir.